top of page
Yazarın fotoğrafıAltar Kaplan

Türkiye’nin En Önemli Sorunu Etnik Sorunlardır

28.12.2011 - Beyazıt


Ülkemizde “Laiklik”, “Atatürkçülük”, “İnkılap Tarihi” denildiğinde ilk akla gelen isimlerden biri olan “Toktamış Ateş” ile İstanbul Üniversitesi Beyazıt kampusündeki odasında görüştük. Hoca güzel üslubuyla bizi merak ettiğimiz hususlarda aydınlatmakla kalmayıp ülke gündemine dair gözlemlerini ve geleceği yönelik beklentilerini derinlemesine anlattı.



Öncelikle zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. İsterseniz söyleşimize nasıl öğretim üyesi olmaya karar verdiğinize değinerek başlayalım?

Fakültede üçüncü sınıfa geldiğim zaman önümde iki seçenek vardı; bunlardan biri gazetecilik ve siyaset yapmaktı, biri de okulda kariyer yapmaktı. Fakat o dönemde öğrenci olayları ile ilgili cemiyetçi dediğimiz tipleri gördüğüm zaman “bu siyaset bana yaramaz” dedim. Ve o zaman akademisyen olmaya karar verdim. Çünkü küçük yaşlardan beri okumayı yazmayı seven bir insandım. Ve siyaset ilmi, siyasi bilimler, uluslararası ilişkiler yoğunlukla ilgimi çekiyordu. Bu alanda profesyonel olmak cazip geldi bana. Çok değerli bir arkadaşımın bir lafı vardır. Çok önem veririm “Yahu, okuduğunuz için devlet size para veriyor, ne güzel iş bu” derdi. Gerçekten öyle. Başka bir işle uğraşsam akşamları zevk için, hobi olarak yapacağım şey mesleğim oldu. Bu da çok büyük mutluluk tabii ki. Öğretim üyeliği keyif veriyor.


Galiba hobisini iş olarak yapan insanlar gerçekten çok daha mutlu ve başarılı oluyor.

Öyle gerçekten onun ne yorgunluğu yorgunluk oluyor. Zaten verdiği zevk başka bir şey.


İktisat Fakültesinden mezun oldunuz, fakat makro iktisat, mikro iktisat veya para teorileri üzerine değil de inkılap tarihi üzerine uzmanlaştınız. Bu noktada tercihinizi belirleyen temel etmen, ne idi?

Aslında ben makroydu, mikroydu, paraydı, milli gelirdi bunları çok önemsiyorum tabiî ki. Bu yaşıma geldim, hala yeni çıkan bir iktisat kitabını alıp okumak, gözden geçirmek isterim. Böyle bir boyutu var bu işin. İnkılap tarihine gelince, inkılap tarihi bana çok sonradan gelen bir şey. Ben daha önce “Osmanlı toplumunun siyasal yapısı” üzerine bir doktora tezi yazdım. Sonra “demokrasi teorisi” ile ilgili bir doçentlik tezi yazdım. Hani o dönemlerde inkılap tarihi yoktu gündemde. Fakat bizim fakültede bu çok kötü okutulurdu. Yani şöyle ki, hukuk fakültesinden bazı hocalarımız gelirdi kağıt üzerinde. Doğru düzgün ne ders olurdu, ne sınav olurdu. Ve beni rahatsız ederdi bu durum. Bu dersi biz verelim o zaman dedik. Madem bu böyle yürütülüyor. Tamamen, inkılap tarihi, resmi adıyla o zamanlar biz “Türk Devrim Tarihi” derdik. Türk Devrim Tarihi doğru dürüst okutulsun diyerek bu işe heveslendik. Sonra bütün okul benim üzerime kaldı. Yoksa benim eğilimim inkılap tarihi üzerine değildi. İşin ilginç bir boyutu beni tarihçi zannediyorlar. Değilim, bilirsiniz, ben iktisatçıyım. Ve “siyasi bilimler” alanında uzmanlaştım. Ama tarihçilikte yapıştı kaldı üzerimize.


Peki bu durumun oluşmasında, babanızın şarkiyatçı olmasının bir etkisi oldu mu?

Bizim evimiz, annem de edebiyat öğretmeniydi, hani bu konuların çok konuşulduğu, çok sohbet edildiği bir evdi. Tabi yani yetişmemizde babamın, babamın arkadaşlarının etkisi vardır. Yani ben o dönemin bütün önemli bilim insanlarının, Türkiye Üniversitelerinde ders veren bilim insanlarının sohbetlerinin kulak misafiriydim. Elbette bunun etkisi oluyor insanın üzerinde. Mesela çocukluğumda Halide Edip ile çok yoğun teması olurdu büyüklerimizin. Biz de katılırdık ona. Onların sohbetlerini dinlemek, tabiî ki etkiliyordu insanı.


Bildiğimiz kadarıyla 68 kuşağının öğrenci liderlerinden birisiniz. Siz gençliğinizi yaşıyordunuz o yıllarda. Şimdiki gençleri de gözlemliyorsunuz. O gençlerle bugünkü gençler arasında bir fark görüyor musunuz? Ya da şöyle soralım: Benzerlikler var mı?

Hem benzerlikler var. Hem farklar var. Şimdi yavaş yavaş zaten eskiye benzemeye başladı çocuklarımız. Biz çok okurduk. Şiir okurduk, edebi eserler okurduk. Efendim, derslerimizde iyi olmaya çalışırdık. Bir yandan da cemiyetçiliğe, öğrenci hareketlerine girerdik. Sonra katı bir döneme girildi. Yani gençlerimiz apolitik davranmaya, okumamaya, edebi eserlere önem vermemeye başlayıp garip bir ideolojik katılığa girdiler. Sonra 12 Eylül ile beraber bu katılık devam etti. Konjonktürde öyle gelişince, o günün çocukları, aynı şartların getirdiği insanlar, bugünkü çocuklarımız üç aşağı beş yukarı aynı. Şimdi bakıyorum çocukların ellerinde edebi eserler var. Dergi alıp okuyorlar. Mesela bir dönem edebiyat dergisi okuyana hastalıklı gibi bakılırdı. Şimdi bakıyorum, öyle değil. Baya okuyorlar. Memnuniyet verici şeyler bunlar tabii ki.


“Biz devrimi çok seviyoruz” kitabınızda bahsettiğiniz devrim kavramının, süreç içerisinde fırsat eşitliğini getirmesi gerektiği üzerinde çok durursunuz. Şu anki sürecin, fırsat eşitliğini getirdiğini düşünüyor musunuz? Yoksa fırsat eşitsizliğini daha da derinleştiriyor mu?

Aslında şöyle diyelim; fırsat eşitliğinde bir parça genişleme olduğunu düşünüyorum. Ama bu genişlemenin çok da sağlıklı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü belirli bir grup açısından bu genişleme söz konusu. Toplumda fırsat eşitliğinin yaygınlaşmasından ziyade, belli bir çevre açısından fırsat eşitliğinin genişlediğini görüyorum. Ama bir daralma olduğunu söylemek de mümkün değil. Çok parlak olmasa da gidişat kötü değil yani.


Bu manada köşe yazılarınızda örnek olarak Yavuz Sultan Selim’in bir çıbandan ölmesi hususunda, antibiyotik olsaydı tedavi edilebilirdi diyordunuz.

Toplumdaki fırsat eşitsizliği bir tarafa, insanlar her dönem bir öncekinden daha iyi yaşıyorlar. İnsan ömrü uzadı. İnsanların kendilerine ayırdıkları boş zaman arttı. İmkanlar arttı. Sizler çok gençsiniz bilmezsiniz ama, mesela ben Türkiye’ye televizyonun girişini hatırlarım. Ben Laleli de otururdum. Orta sınıfın yaşadığı bir bölgeydi o zamanlar. Pek çok arkadaşım ilk defa telefon sesini bizim evde duydu. Bizim eve telefon geldi. “bizim eve telefon geldi” dedim. “aaa biz de görelim” dediler. Bizim eve geldiler. Kulaklarına götürüyorlar “aaa düt diyor” falan. Yani buralardan bu günlere geldik. Kıymetini bilmek lazım.


Asıl uzmanlık alanınıza geçersek; “Laiklik” ve “Atatürkçülük” kavramları stabil midir? Bu kavramlar zaman içerisinde değişir mi, yoksa bir tanımlama yaptık ve o tanımlama hep orda mıdır?

Olur mu hiç öyle şey. Bir kere Atatürkçülük açısından Atatürk’ün kendi beyanı var: “Benim bıraktığım tek miras hür düşüncedir” diyor. Atatürkçü dediğiniz adam hangi devirde yaşıyorsa o dönemin şartlarına göre bir tavır takınmak zorundadır. Yani öyle stabil bir Atatürkçülük, bir kalıp yoktur. Bir kavram kargaşası var. Oturmaz ve oturması da mümkün değil. Çünkü bir tane değil birkaç Atatürk ve birkaç Atatürkçülük var. Atatürk’ün yaşamına baktığımız zaman değişen dünya koşulları karşısında farklı tavırlar aldığını görüyoruz. En basitinden Yunanistan ile savaşan Mustafa Kemal, daha sonra Venizelos ile dostluk kurabilen bir Mustafa Kemal oluyor. O günkü koşullar neyi gerektiriyorsa onu yapıyor. Atatürkçülük de böyle bir özellik olması lazım. Aynı şey laiklikle ilgili de söylenebilir. Laiklik, kuru bir din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması derseniz olmuyor. Laiklik yönetenlerin yönetme yetkisinin kaynağı ile ilgili bir kavram. Ve bu iki kavram gerek “Atatürkçülük” gerek “laiklik” değişen zaman içinde zamana ayak uyduran kavramlar olmalı.

Bu konuda rahmetli Tarık Zafer Tunaya’nın çok önemli bir ifadesi vardır. Yani onu birinci ağızdan dinlediğim için söylüyorum. “Bir Atatürk yoktur, birkaç Atatürk vardır” diyor. “Bu nedenle birkaç Atatürkçülük” vardır. Hani kimisi samimi olarak Atatürkçüdür. Ama Atatürkçülüğü statik bir şey olarak görür. Atatürkçüdür. Yani, yemin etse başı ağrımaz, canını ver desen verir. Ama onun Atatürk yorumu ile benim Atatürk yorumum birbirinden farklıdır. Onun için farklı Atatürkçülükler var.


Peki bu farklılıkları örtüştürmeye gerek var mı? Ya da bunun için çaba gösterilmeli mi?

Gösterilmeli yani. Şimdi eğer Atatürkçüyüm diyorsam, sen de diyorsan, sen de diyorsan üçümüzün ortak birtakım şeylerimizin olması lazım. Ortak bir takım şeylerimiz olsa bile fazla ayrışmamamız lazım. Ayrışıyoruz maalesef.


Atatürk’ ü pragmatik bir şekilde kullananlar olduğu gibi, hiç bilmeden tanımadan eleştirenler de var. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Maalesef öyle. Yani şöyle bir şey var. İlk kim söyledi bunu bilmiyorum ama, Bir Atatürkçüler var, bir Atatürkçü geçinenler var, bir de Atatürk’ten geçinenler var.


Hocam bir de öğrenciyken hep bize sorduğunuz standart bir sınav sorunuz vardır : “Atatürk diktatör müdür?” Bu soruyu bu kez biz size sorsak ne söylersiniz?

Valla bence diktatör değil. Yani, diktatör denildiği zaman bir Hitler anlaşılır, Mussolini anlaşılır, ne bileyim şu geçenlerde ölen Kuzey Kore’nin lideri Kim anlaşılır. Diktatör dediğiniz öyle olur. Atatürk’ü tek parti yönetiminin lideri olarak, günümüz demokrat liderleri ile mukayese edemezsiniz. Ama benim kafamdaki diktatör tanımına uyan bir insan değil.


Tarihten günümüze gelirsek, yıllardır gündemimizi işgal eden “Ermeni Yasa Tasarısı” için neler söyleyeceksiniz. Bu işin sonu nereye gidecek?

Bu işin sonunun bir yere gideceğini zannetmiyorum. Bu böyle devam edecek, bir süre sonra tavsayacak. Çünkü Ermeni sorununu canlı tutan, Ermenistan dışındaki Ermeniler ya da Ermeni Diasporası dediğimiz grup. Bunlar Ermeni kimliğinin ortadan kalktığını düşünüyor. Bunun sıkıntısını yaşıyorlar ve bu kimliği canlı tutabilmek için sürekli işte 1915, 24 Nisan falan bunu pompalıyorlar. Bu kuşaklarda yavaş yavaş ortadan kalkacak, bu mesele bir şekilde böyle kapanmış olacak. Ne düşünüyorum Ermeni meselesi konusunda; 1915 savaş yılları, hani gerçekten çok büyük acılar çekilmiş. Hani gerek Ermeniler, gerek Türkler ve Kürtler ve Arapların yoğun yaşadığı bölgeler karşılıklı olarak çok büyük acılar çektirmişler birbirlerine. Ama hani şöyle bir laf vardır yumurtayı yere atarsanız, yumurta mı yere çarpınca, yoksa yer mi yumurtaya çarpınca kırılır? Bilinmez ama, neticede yumurta kırılır. Netice olarak Ermeniler de o dönemde Osmanlı’ya karşı ayaklanır, Rusları destekler, Çarlık Ordusuna girer hizmet ederler. Tabi ki bunun bir cezası olmuş. Hani iyi mi oldu? Hayır kötü olmuş. Tabi büyük acılar çekilmiş, büyük ıstıraplar çekilmiş. Ama yani büyük acılar büyük ıstıraplar çekildi diyerekten geçmişi değiştirme adına yapabileceğimiz bir şey de yok. Ben kendi adıma, Türkiye de yaşayan Ermeniler den bir sürü dostum var. Bunlar çok sanatçı insanlardır, çok marifetli insanlardır. Çok sevdiğim dostlarım, arkadaşlarım var Ermeniler arasında. Bu böyle devam edecek. Yani buradaki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Ermeniler de diasporanın bu baskısından şikayetçi. Sürekli olarak 1915 in anılmasından gündeme gelmesinden şikayetçiler. En azından bana öyle söylüyorlar. Ümit ediyorum ki onlarında huzuru rahatı kaçmadan ağızlarının tadı bozulmadan bu iş böyle bir noktaya gelir, tavsar.


Ünlü bir tarihçinin “o kadar insanı aynı anda pikniğe götürseniz mutlaka daha fazla kayıp yaşanır” şeklinde bir yorumu var. Katılıyor musunuz bu görüşe?

Yani, yok katılmıyorum. Tehcir konusunda biraz daha özenli olunabilirdi. On binlerce insan soğuktan açlıktan ölmüş. Hani o insanları korumakla görevli olan askerler ve jandarmalar diyelim. Gerekli korumayı yapamamışlar. Hani saldırganlarla işbirliği yapmasalar bile, hani bazı şeylere göz yummuşlar gibi geliyor bana. Yani bunun savunulacak bir tarafı yok. Ama o hicret ettirilen insanlar da oturdukları bölgelerdeki Müslümanlara olmadık zulümler yapmışlar. Camilere doldurup yakmışlar.


Sonrasında tehcir ettirilen aynı Ermeniler’in Kilikya bölgesinde Fransızlar’ın kumandası altında girdiklerini biliyoruz.

İşte zaten o yüzden, o bölge halkı, Gaziantep, Kahramanmaraş, Şanlıurfa, Adana daha düzenli ordu kurulup yardıma gelmeden silaha sarılıp kovalıyorlar bunları.


Peki Dersim konusunda ne düşünüyorsunuz hocam?

Dediğim gibi olmaması gereken şeyler bunlar. Acı verici şeyler. Hele o bir takım fotoğraflar görüyoruz insanın içi ürperiyor. Ama dünya tarihine baktığımızda neredeyse bütün ulusların tarihinde maalesef böyle utanç verici şeyler var. Amerika Birleşik Devletleri kuruluş döneminde Kızılderili kulağı başına para verirmiş. Her Kızılderili kulağına bilmem kaç sent para verirlermiş. Veya burnuna para verirmiş. Yani bunlar olmaması gereken şeylermiş ama olmuş. Yaşanmaması gerekirken yaşanmış maalesef. Unutulsun bunları unutalım da demiyorum ama yaranın kabuğunu da sürekli kaşımaktan kimseye fayda gelmez. Bırakalım da bu yaralar kapansın iyileşsin. Ama kimileri bırakmıyor.


Birazda günümüze gelirsek, yeni anayasadan neler bekliyorsunuz? Gazetedeki köşenizde de bu konu hakkında sürekli yazıyorsunuz. İngiltere deki bir anayasa bizde olamaz mı?

Olamaz. İngiltere’nin zaten yazılı bir anayasası da yok. Bizde demokrasi daha bir yere oturmadı. Bizde demokrasi daha bir yere oturmadığı için, öyle anayasalarla falan bu iş çözümlenmez. 1961 anayasası fevkalade güzel bir anayasa idi. Ama olmadı. Özgürlükler fazla geldi. Kimine göre o özgürlükler fazla geldi, kısıtlandı. Özgürlükler kısıtlanınca da işler düzene girmedi. Yani anayasalardan mucize beklemek doğru bir şey değil. Anayasa, yasaların anası olarak bir nizam verir. Ama sivil bir anayasa yapınca her şey güllük gülistanlık olacak diye bir beklenti içine girerseniz, müthiş bir hayal kırıklığını yaşarsınız.


YÖK, RTÜK gibi üst kurullar sizce demokratik bir ülkede olmalı mı?

Asla, asla. Yani mesela biz biraz önce bahsettiğiniz 68 hareketinde bir üniversite reformu isterken, YÖK benzeri bir kurumu istiyorduk. Ama neydi, ülke çapında yükseköğretimi koordine edecek ve denetleyecek bir kurumdan yanaydık biz. Ama YÖK böyle değil, bilmem hangi üniversitenin X bölümündeki kadroya karışan bir kurum oldu. Tabi bir düzenleyici kuruma ihtiyaç vardı. RTÜK’e gelince televizyonun ve radyonun belli bir azınlığın elinde olduğu dönemlerde, hatta sadece TRT’nin egemen olduğu dönemde ortaya çıkan bir kurum. Hani bugün kimsenin RTÜK falan taktığı yok. Bir takım yasal yetkileri var ama, onlarda zamanla ortadan kalkacaktır. Hani mademki demokratik liberal bir topluma geçiyoruz. İsteyen istediğini yapar. Dinleyen dinler, dinlemeyen dinlemez.


Anayasa ile ilgili olarak. TBMM Anayasa komisyonu bireysel ve kurumsal katkı istedi. Sendikalar, STK’lar, Üniversiteler ve hatta bireysel olarak şahısların katkısı istendi. Ama üniversitelerin bile neredeyse hiçbiri bu konuya ilgi göstermedi. Bütün ülkeden 3500 civarında öneri alınmış. Bu konuya özellikle üniversitelerin duyarsız kalmasını neye bağlıyorsunuz?

Nafile olduğunu bildiğimiz için. Şimdi bakın ben size bir şey anlatayım: 1982 anayasası hazırlanacak. O zaman ki cunta üniversitelere ve sivil toplum kuruluşlarına mektup yazdı. Görüş bildirin diye. İstanbul Üniversitesine de böyle bir şey gelmiş. Üniversite de aidiyeti nedeniyle bunu hukuk fakültesi ve iktisat fakültesine göndermiş. Bizim fakültede de bu konudaki aidiyeti nedeniyle bu iş, siyaset ilmi kürsüsüne havale edilmiş. Oturduk burada rahmetli Esat ÇAM’ın odasında. Ne yapabiliriz diye konuştuk. Esat Hoca dedi ki “Tokta senin kalemin kuvvetlidir, sen bir taslak hazırla üzerinde tartışalım.” Ben oturdum bir hafta on gün içinde bir anayasa taslağı hazırladım. Dedim “hocam ben taslağı hazırladım, üzerinde görüşelim” Hani görüşürdük, görüşemezdik derken görüşemedik. Ondan 400 tane mi ne kopya istiyorlardı. O zaman şimdiki gibi fotokopiler falan yok canım, nerde. Mumlu kağıda teksir edilirdi. Siz teksiri bilir misiniz? Mumlu kağıtlara yazılırdı. Sonra o teksir makinesi konur mürekkeple teksir edilirdi.


Teksir makinesini müzede görmüştük.

İşte sizin müzede gördüğünüz o aleti biz o dönemde kullanıyorduk. Hazırladık paketledik. Dekanlığa teslim ettik. Dekanlık rektörlüğe, rektörlük Ankara’ya yollamış. Hukuk Fakültesi de bir çalışma yollamış. Bunlar gibi yüzlerce taslak gelmiş. Meclisin altında bir odayı depo yapmışlar. İplerini bile çözmemişler. Yani bunu bizzat yaşadım ben. Şimdi ben bunları yaşadıktan sonra, şu anda oturup taslak maslak hazırlamam kusura bakmasınlar. Yani yapacağım çalışmaya bakılmayacağına eminim, o bakımdan nafile yere uğraşamam.

Türkiye’nin dış politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Gereğinden fazla güç gösterdiğini, kendini olduğundan büyük göstermeye çalıştığını düşünenler var. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Göstermiyoruz ama, dışarıdan bakınca öyle görünüyor. Böyle bir vakıa var yani bunu da kabul etmek gerekiyor. Mesela, Fransa’nın Türkiye’ye olan tavrında da bu var. Fransa Arap ve İslam dünyasına egemen olmak istiyor ve bu konuda Türkiye’yi kendisine ciddi bir rakip olarak görüyor. O yüzden bu kadar bizimle uğraşıyor. Türkiye, yaşadığımız coğrafyanın insanlarının gözlerini diktiği ülkedir. Özendiği, olmak istediği ülkedir. Düşünün ki bizim petrolümüz yok, bir şeyimiz yok. Buna rağmen üreten bir toplumuz. Hani çok şükür demek lazım. Sizin tabi bilmeniz mümkün değil; bizim gençliğimizde İstanbul, İzmit, biraz Eskişehir, biraz Antep, biraz Adana, buralarda sanayi vardı. Şimdi artık geçmiş ola yani. Hani bir Aksaray vilayeti bugün Adana’yı solladı. Bir Kahramanmaraş Gaziantep’i solladı. Şimdi şöyle söyleyelim. Bizim Cumhuriyetimiz eğitime dayalı bir modernleşme modelini benimsedi. Nedir? Eğitim, eğitim, eğitim. Ve hakikaten o eğitimin amaçlarına da ulaşıldı. Bugün Türkiye de eksiğimiz hiç yok. Atom fiziği mühendisinden tutun da uzman çöpçüsüne kadar her şeyimiz var. Eksiğimiz neydi? Sermaye. Fakat şanslı bir dönemde dünya üzerinde gidecek yer arayan birkaç trilyon dolardan biz de bir şeyler kaptık. Birdenbire hızlı bir üretime geçtik. Ve bizim için hayal edilemeyecek bir düzeye fert başına on bin doları aşan bir milli gelire ulaştık. Tabi şimdi bizim kendimizi İsviçre, Almanya, Hollanda gibi ülkelerle mukayese etmemiz mümkün değil. Onlar otuz bin-kırk bin dolarlar civarındalar. Ama kendi coğrafyamızda, bölgemizde bu büyük bir başarı.


Peki bütün bu başarıların yanında ülkenin en önemli sorunu sizce nedir?

Etnik sorunuz önemli. Tabi netice olarak çok uluslu bir imparatorluğun kalıntıları üzerinde kurulmuşuz. Şu anda Türkiye de yirminin üzerinde etnik grup yaşıyor. Alfabesi olan, dili olan, kültürü olan. En büyük sorunumuz budur. Yani ben en büyük sorun olarak bunu görüyorum.


Bu sorunun nasıl çözülebileceğini düşünüyorsunuz?

Kaynaşıyoruz yavaş yavaş. Kız almalar, kız vermelerle kaynaşıyoruz. Mesela benim babaannem arap. Baba dedem Kürt. Anneannem İzmirli. Anne dedem Makedonyalı. Yani böyle bir sentez oluşmuş, biz çıkmışız. E benim çocuğum da bir parça Trakya’da var. Yani zaman içinde böyle bir kaynaşma oluyor. Hani, tabi ayrılıkçılık da tahrik ediliyor, ama ben büyük bir sorun olacağını sanmıyorum. Ama en nihayetinde Türkiye’nin şu an için en önemli sorunu etnik sorunlardır.


Siz doçentlik tezinizi “demokrasi teorisi” üzerine yaptınız. Bu konularda da çok yazıp çiziyorsunuz. Tarihsel süreçte Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde geldiği noktayı bugün itibariyle nasıl değerlendiriyorsunuz?

Olumlu buluyorum. İyi buluyorum. Özlenen nokta mı? Hayır çok gerisindeyiz o çizginin. Ama çizgimiz doğru bir çizgi. İnşallah bu çizgide devam ederiz.


Öğrenciliğimizden hatırladığımız kadarıyla eskiden çok fazla Maltepe sigarası içerdiniz. Galiba sigarayı bırakmışsınız. İnanamadık biz bunu duyunca. “Toktamış Hoca bıraktıysa herkes bırakır” dedik.

Vallahi öyle. Çok zevkle içerdim. Hala da özlediğim oluyor. Hatta şöyle oldu. Ben sigarayı bırakınca, nerdeyse on yıl oldu, Selçuk Alagöz, o sigara düşmanı bir sınıf arkadaşımdır benim. Onun bir şeyi var: Duman düşmanları diye…


Duman avcıları olmasın hocam?

O işte. Telefon etti. “Tebrik ederim, sigarayı bırakmışsın. Seni bizin yönetime alıyorum” dedi. Teşekkür ettim. Dedi ki “sana bir muhabir yolluyorum, beyanat ver” “Vermem” dedim. “Kırk yıllık dostumu satamam. Sigarayı bıraktım ama, sigaranın aleyhine de konuşmam” dedim. Gene de bir kameraman geldi. Birkaç gün dolandı buralarda beni konuşturmaya çalıştı, gıkım çıkmadı, konuşmadım. Yani hala severim sigarayı.


Bir de hakkınızda bir şehir efsanesi vardır; çok iyi tavla oynadığınız söylenir. Bunu bir de sizden duymak istedik.

Oynarım, doğrudur.


Öğrencilik dönemlerimizden unutmadığımız bir lafımız var “Anadolu’da bir üniversitede okuyacağınıza, Beyazıt meydanında işportacılık yapın hayatı daha iyi öğrenirsiniz.” Derdiniz. Hala böyle düşünüyor musunuz?

Öyle derdim doğru. Ama şimdi artık öyle düşünmüyorum. Ben üniversite eğitimini elit bir eğitim olarak görürdüm. Ve küçük kentlerde falan bunun olmayacağını zannederdim. Fakat şunu gördüm: Üniversite gittiği yere uygarlık götürüyor. Bugün Anadolu kentlerinin çok büyük bir çoğunluğundaki üniversiteler o kentlere hayat veriyor. Yeni öğrenciler geliyor, esnafın kazancı artıyor. Evlerini kiraya verenlerin kira gelirleri oluyor. Yani üniversite gittiği yere canlılık götürüyor. O bakımdan bugün artık öyle bir şey söylemiyorum.


Bunu size sormamız biraz abes olacak. Zaten siz sohbetimizin başında bunun cevabını vermiştiniz ama biz yine de soracağız. Dünyaya bir daha gelseniz ne yapmak isterdiniz?

Ben yine bu işi yaparım. Sevdiğim bir işi yapıyorum. Herkese de nasip olmaz bu gerçekten. Gerçi bizim zamanımızda asistanlık biraz daha kolay ele geçen bir işti. Gelir düzeyi çok düşük olduğu için. Çok fazla talep olmuyordu. Bu işi gerçekten isteyen kişiler dışında, daha iyi işlere girme imkanı daha çoktu. Mesela bizim son sınıfta “siyasi bilimler” bölümünün sekiz öğrencisi vardı. Sekizimiz de ayrı işler yapıyoruz. Kimi bankacı oldu, kimi özel sektör firmalarına geçti, kimi Maliye Müfettişi falan oldu. Böyle bir imkan vardı. Şimdi binlerce çocuk geliyor kapıya. Üniversiteye giremeyen de iş bulmakta zorlanıyor. O bakımdan işler zorlaştı yani.


Hocam vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Rica ederim, fevkalade mutlu oldum. Ben size teşekkür ederim çocuklar.


Comentarios


bottom of page