top of page
Yazarın fotoğrafıAltar Kaplan

Siyasetin Gündemi Kadar Bir Türkiye Var

07.12.2011 - Beyazıt


Akademik camianın önde gelen hocalarından “Mehmet Altan” ile İstanbul Üniversitesi Beyazıt kampusündeki odasında görüştük. Kendisi bizi iktisat ve iktisat eğitimi konusunda aydınlattı. Ayrıca iktisadi verilerin nasıl yorumlanması konusunda ders niteliğinde bilgiler verdi. Yıllar içinde üniversite öğrencilerinin değişen profilini de betimlemekten geri kalmadı. Diğer taraftan “ikinci cumhuriyet” gibi çok tartışılan bir kavramın içini de doldurmaya çalıştı.



Öncelikle zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. İsterseniz söyleşimize ülkemizdeki iktisat eğitimi üzerine sizin düşüncelerinizi öğrenerek başlayalım?

Türkiye’deki iktisat eğitimi benim gördüğüm kadarıyla, liberal düşüncenin, yani klasik iktisat teorisinin üzerinden seyretmektedir. Liberalizmin iki ayağı vardır, siyasi liberalizm ve ekonomik liberalizm. Ekonomik liberalizmin kurucusu bu anlamda Adam Smith’dir. Dolayısıyla iktisat eğitimi aslında liberal düşüncenin harmanında dokunmuştur, gelişmiştir ve gelişiyor. Üniversitenin aslında bu klasik iktisadı anlatırken yahut ekonomiyi anlatırken kendisinin de liberal düşüncelerle, liberal demokrat bir anlayışla donanmış olması lazım. Mamafih daha sonra Keynes çıkmıştır. Sosyal demokrasi de Keynesci düşüncelerle gelişmiştir. Ama bizde Keynesci iktisadı anlatan sosyal demokratlar yahut Adam Smith’in Klasik iktisadının eğitimini veren liberal demokratlardan ziyade, devletçi-kemalist bir gelenek, elit bir yapı, hep iktisat derslerini vermiştir. Ama günümüzde de bu ayrışma daha nitelikli ve üst düzey bir hale dönüşmüş değil. Yani bütün dünyanın saygın okullarında çok önemli ekollerin çıkması iktisat ekollerine uygun hocaların o kendi inandıkları iktisadi doktrin istikametinde koşmaları, onu geliştirmeleri, derinleştirmeleri söz konusu iken, yani anlattıkları disiplin, o disiplinin algısı, kültürü, felsefesi ile hemhal olmuş şekilde bir ortamın, bir ambiyansın, bir çevrenin içinde bulunurken bizde iktisat eğitiminde hala devletçilik çok ağır basar. Onun için zaten siyaset çok önemli. Yani biz 1776 da Adam Smith dönemi İngiltere’sinin iklimine henüz gelebilmiş değiliz. O mantıkta bir iktisat dersi, teorisi vesaire de anlatılmıyor. Devlet memurlarının devletle ile çelişmeyen anlayışı içindeki bir yapının kendisi çok liberal veya sosyal demokrat olmuyor. Keynesyen veya Adam Smithçi yahut daha sonra daha farklı ekoller de çıkar ama onların hepsi bir şekilde klasik iktisadın devamıdır. Klasik iktisadın türevleridir. Yani bizde iktisat eğitimi devletçi, devlet memurluğunun anlayışıyla oluşturulan bir yapıdan gelmiştir.


Buradan hareketle yanılmıyorsak ülkemizde iktisat eğitiminde sol iktisat, Marksist iktisat hiç öğretilmez? Hatta Marksın artı değer teorisine hiç değinilmez bile.

Evet, maalesef Marksizm öğretilmez. Halbuki Marksizm öğretilmeden Klasik iktisadın kapitalist yapısını anlayamazsınız. Marksizm ona çok derin, çok tutarlı, çok aklı başında eleştiriler getirmiştir. Marksizmi aslında sadece Marksist literatürü öğretmek için değil mevcudu iyi anlamak, eleştiri üzerinden mevcudu daha iyi tanımlamak için öğretmek lazımdır. Ama bunların hepsi çok eksiktir. Aynı zamanda tabi başka problemlerde var. Biz hala bir tarım ülkesiyiz. Aktif nüfusun dörtte biri tarımda çalışıyor. Ama tarım ekonomisi kaldırıldı. Çağ bilgi ekonomisine geçti. Müfredatta öyle bir şey de yok. Yani hayatın kendisi, ülkenin yapısı ile ilgili de sıkıntılarımız var.


Peki, geride bıraktığımız yüzyılda dünyada iktisadi düşünce açısından yönelim hangi yönde gerçekleşti?

Sovyetler çökünceye kadar iki ayrı iddia vardı. Bir tanesi “piyasa ekonomisi toplumun toplumsal faktörlerini çok daha iyi kullanır” iddiasıyla “merkezi planlama, yani insan iradesi piyasanın dağıtımından çok daha verimlidir, etkindir, yararlıdır” iddiası. Bu rekabette bu alternatif farklılaşmada 1989’a kadar ikisi de süper güç oldu. Fakat Sovyetlerle birlikte kumanda ekonomisi, merkezi planlama çöktü ve piyasa ekonomisi, üretim faktörlerini daha verimli kullanabilecek, toplumsal refahı daha ileriye götürebilecek tek alternatif olarak kaldı. Ben bunları daha önce söyledim, yazdım ama şöyle formüle edebilirim: Sovyetler yaşarken iktisat politikası idi, bunun politika kısmı Sovyetlerle beraber çöktü. İktisat kaldı. Ve iktisat aracı olarak da piyasa ekonomisi kaldı. İnsan iradesinin ekonomiyi daha etkin, daha verimli bir noktaya taşıyamadığı, piyasa ekonomisinin bunu daha iyi gerçekleştirebileceği kabulünü ortaya çıkaran bir dönüşüm oldu.


Yaşanan bu süreçte Çin’in mevcut gelişimini nasıl yorumluyorsunuz?

Çin’de piyasa ekonomisinin istikametinde sürekli gelişiyor. Sovyetler “Perestroyka” ile hem siyasal sistemi hem ekonomiyi liberalleştirmeye kalktı ve çöktü. Sovyetlerin bu deneyiminden dersler çıkaran Çin piyasayı serbestleştiriyor ama siyasette son derece otoriter ve totaliter.


Bu durum Asya Tipi Üretim Tarzı’nın bir yansıması olarak düşünülebilir mi?

Asya Tipi Üretim tarzı bizim, bu iktisat fakültesinin hocalarının Marks’ta bulduğu bir terminoloji. Sencer Divitçioğlu’nun ortaya çıkardığı bir terminolojidir, bir literatürdür. Ama Asya Tipi Üretim Tarzı ile ilgili olarak Marks’ın tahlillerinin ne kadar doğru olduğu ne kadar isabetli olduğu tartışılır.


Günümüze gelirsek 2001 krizi ile 2008 krizi arasında nasıl benzerlikler veya farklılıklar vardır?

2001 krizi, Türkiye’nin beceriksizliklerinden kaynaklanan yerel ve teknik bir krizdir. Hatalardan kaynaklanan yerel bir krizdir. 2008 ise çağ değişiminin ortaya çıkardığı bir krizdir, para ile üretim biçiminin ilişkisinin kopmasıdır. Ve bu çabuk dönüştürülecek teknik bir kriz değildir. Sosyal bir krizdir. Yani üretim biçimi ile mali yapı, finansal yapı arasındaki irtibatsızlık. Wall Street’in geride kalması, sanayi döneminde, eski çağda kalması, ama Silikon Vadisinin sanayi ötesi topluma atlaması arasındaki irtibatsızlık dünyada çağ değişiminin keskin bir ifadesi olarak 2008 krizini ortaya çıkarmıştır. Kolay kolay da bitmez.


Kapitalizmin devrevi bir krizi olarak görülebilir mi?

Kapitalizmin nitelik değiştirmesi önündeki bir krizdir. Schumpeter eski bir solcudur. O yüzden kapitalizmi çok iyi tahlil etmiştir. “Yaratıcı yıkım” kavramını oluşturmuştur. Kapitalizmin yaşamasının nedeni eski ile irtibatlı olarak, eskinin vadesi dolduğu vakit bunu yıkarak yerine yenisini inşa etme kabiliyetidir. Bu anlamda, Schumpetervari bir söylemle Silikon Vadisi Wall Street’i yıkıp yeniden inşa etmedikçe bu kriz bitmez.


Bu noktada ülkenin ekonomik gidişatını nasıl görüyorsunuz?

2012’de çok ciddi bir kriz bekliyorum. Çünkü Türkiye büyüdü, gelişti, dönüştü. Ama mevcut yapı içinde çeperlerine geldi. Bundan sonra niteliğini değiştirebilecek bir zıplama yapması lazım. Siyaset dört yıllık yapıldığı için ve 10 yıllık bir iktidar dönemi yavaş yavaş siyasetin değişimci, dönüşümcü, devrimci niteliği yerine makam-ikbal arayışlarına doğru evrimleştiği için Türkiye çeperleri itibariyle elde ettiği gelişmeyi sistemli, nitelikli, kurumsal daha üst düzeye topluca çıkarabilecek bir dinamizmden şu anda yoksun. Onun içinde buna bir de Dünya krizi, Avrupa krizi eklenince Türkiye bunu daha ağır hissedecek. 2012 yılının maalesef zor geçeceğini düşünüyorum.


Uygulanan ekonomi politikalarını değerlendirdiğiniz zaman bu krizleri atlatmak için Türkiye para politikalarını mı, yoksa maliye politikalarını mı daha etkin kullanmalı?

Türkiye’de çok başarılı bir mali politika var. Denk bütçe noktasına geldik. Bu bizim rastladığımız bir şey değildi. Ama Türkiye’nin meseleleri mali ya da para politikaları değil. Türkiye’nin meselesi yapısal. Yani Türkiye hala hurda demir çelik ithal ederek bu çağı yakalayamaz. Patent sayısından arzulanan artışı, altı buçuk yıllık ortalama eğitimle yakalayamaz. Bu toplumda kadın yok. Sizin sendikanızda mesela kaç tane kadın var? Kadın dönüşmeden bir toplum dönüşemez. Kadınla erkek hayatın her alanında birlikte hareke etmeli. Bugünlerde Amerika başkan yardımcısı “Joe Biden” geldi “kadın yoksa o toplum potansiyelinin yüzde ellisini kullanamaz” dedi. Ama Amerika’ya kızdığımız için onun şahsında, kimin söylediğine baktık, ne söylediğine değil. Oysaki çok vurucu bir söylemdi, kadının olmadığı yerde ilerleme olmaz.


Öncelikle bir zihniyet devrimi gerekiyor herhalde?

Tabi o eski geleneksel algıyı ”kadın çocuk doğurur, evde oturur” algısını biran önce aşmalıyız.


İktisadın teorik ve politik kısmını bir yana bırakırsak, neden ülkemizden Nobel ödülü alan bir iktisatçı çıkmamıştır. Nobel ödülü için öncelikle güçlü bir ekonomiye sahip olmak mı gerekir?

Bizde iktisat teorisi üretebilecek bir yapı yok. Bugün Türkiye’de 25 milyon hektar ekilebilir arazi var. 14 milyon hektarının toplulaştırılması gerekiyor. Aynı zamanda da gerçek bir üretimin altyapısı orada yok. Mevcut ekilebilir arazilerinin henüz miras hukukundan da kaynaklanan bölünmüşlük nedeniyle yarısı doğru dürüst bir tarımsal üretime uygun değilse, hala 2010 yılında Türkiye’nin en fazla ithal ettiği mal “hurda demir” ise bu yapıdan iktisat çıkmaz. Biz bazı açılardan çok övünüyoruz, çok böbürleniyoruz. Ezik bir toplum olmanın sonucu itibariyle kendi kendimizi kıyaslayarak, kendi kendimize kıyasla aldığımız yolu çok abartıyoruz. Hiçbir temel yapısal konuya eğilmiyoruz. Ve “siyasetin gündemi kadar bir Türkiye var” olarak algılıyoruz. Zaten konuştuğumuz konular da duble yol, anadilde eğitim, askerlerin yaptığı anayasanın değiştirilmesi vesaire. Ama bir iktisat fakültesinden yapısal sorunlara baktığımız vakit; Dünya ile kıyasladığımız vakit çok mezra gibi duruyoruz. Onun için bu yapıdan Nobel alabilecek bir teorem çıkmaz.


Hocam siz uzun yıllardır öğretim üyesisiniz. 1995–99 yıllarında, üniversitelerin hareketli olduğu dönemlerde, bize de sizden ders almak nasip olmuştu. O günlerde derslerinizde “her gün bir şeyler için eylem yapıyorsunuz ama, ben daha sizin neden okulda bilgisayarlarımız yok?, neden daha iyi hocalarımız yok?, neden daha iyi yabancı dil eğitimi yok? diye eylem yaptığınıza şahit olmadım” diye serzenişte bulunduğunuzu hatırlıyorum. O günkü öğrenci profili ile bugünkü öğrenci profili arasında fark görüyor musunuz?

Çok fazla değişim görmüyorum. Çünkü geçen gün ders yaptığım dershanenin kapısı kapanmıyordu. Kapatırsak da kilitlenip içerden açılmıyordu. O yüzden içerde kilitli kalmayalım diye kapıyı aralık bırakmak zorunda kaldık. Ders boyu da kapı gıcırtısı dinledik. Bu durum dersin kalitesini de yaşam kalitesini de düşüren bir şey. Burada üretimin, demin anlattığımız şekliyle tarımın henüz kapitalistleşmediği bir ülkeden bahsediyoruz. Türkiye de 25 yaşın üzerindeki nüfusun ortalama eğitimi altı buçuk yıldır. Yani bu aynı zamanda çalışan 24 milyon nüfusun yüzde altmışının niteliksiz-mesleksiz olması anlamına da geliyor. Burada insanların talebi daha fazla nitelik değil, piyasada daha çok ayakta kalabilmek. Rekabet yasası da ancak 1995 yılında Gümrük Birliği anlaşması ile yürürlüğe girebildi. Burada insanların amacı devlet aygıtının içinde yer alıp yükselmek. Piyasada yükselmeye yönelik olarak gerekli donanıma sahip olmak yerine “torpil” arıyorlar. Yani rekabet içinde güçlenip en önde olmak değil, bir şekilde birisinin himayesinde devlet içinde bir yere gelmek. Onun için bu kadar siyasetle ilgili bir toplum var. Siyasetle ilgisi azalmayan bir toplum ilerleyemez. İlerlemiş bir toplumda siyaset bu kadar etkin olamaz. Siyaset gittikçe gelişmiş ülkelerde önemini kaybeden bir kurumdur. Çünkü para dağıtamıyor. AB Euro’su o siyasetçinin para dağıtmasını engelliyor. Bugün AB’deki krizin bir nedeni bu eski siyasetle yeni siyaset anlayışı arasındaki çatışmadır. Türkiye’de ise siyaset hem var ediyor, hem zengin ediyor, hem unvan veriyor, hem güç veriyor ve bütün bunlar anlayış olarak ne kadar geri bir ülke olduğumuzu gösteriyor. Dolayısı ile herkesin fikri bilgisayar, daha iyi eğitim falan değil siyasetin içinde yer alma çabası olarak ortaya çıkıyor. Siyasal rant peşinde koşmak. Piyasada önde gelmek amaç değil, siyasi ranttan daha fazla pay almak. Zaten “şike yasası” olarak bilinen yasa da Türkiye de siyasetin hala ne kadar karanlık ilişkiler içinde olduğunu, hangi rantlar peşinde koştuğunu veya temelde hangi rantları etkilediğini açıkça gösteriyor. Aç olduğu için baklava çalan çocuğa 18 yıl hapis verildiği vakit vicdanlar kıpırdamıyor. Konu şike olunca bütün meclis bugüne kadar görmediğimiz bir şekilde harekete geçiyor. Üstelik bundan utanmıyor ve ısrarcı oluyor. Bundan ne çıkar?


Sizce Türkiye’nin şu anki görünümü kısa vadede gerekli toplumsal dönüşümü yapamayacağı yönünde mi?

Türkiye on yıllık sosyolojik çemberlerden geçer. On yıl içe açılır, on yıl dışa kapanır. 80’li yıllar dışa açılma dönemiydi, Süleyman Demirel’le birlikte içe kapandık. 2000–2010 yılları dışa açılma dönemiydi. Çok önemli işler yapıldı. AB uyum süreçleri falan. Sanıyorum ki 2010–2020 kayıp yıllar olacak. Sosyolojik olarak içe kapanma dönemine giriyoruz. Çünkü Ankara’dan, izlediğim kadarıyla siyasal iktidarın statükoyu dönüştürme yerine işbirliği yapma sürecine girdiğinin izlenimini veren sinyaller alıyorum. İkincisi de bu yıllarda çok önemli bir değişiklik yapılmayacak Anayasa ile toplum oyalanacak. Ama esas kavganın yine sandalye kavgası olacağı, onun içinde zor bir on yıllık sosyolojik içe kapanmacı kayıp yıllar geliyor endişesi taşıyorum.


Bu konjonktür AB’ye üyelik sürecini nasıl etkilenir?

Türkiye’de iktidar AB sürecini istemiyor. Çünkü AB siyasete de ayar getiriyor, ilke ve kurallar getiriyor. Siyasetin finansmanını müteahhitler yapıyor. 2002 yılında uyum yasaları çıkartılırken AB’nin istediği biçimde Kamu İhale Yasası çıkarıldı. Ama Kamu İhale Yasası AB standartlarında çıkarıldığı vakit hırsızlık yapılamıyor. Rüşvet verilemiyor. Siyaset ayrım yapamıyor. Halbuki siyaseti finanse eden müteahhitler. Niye finanse ediyor para kazanmak için. Nerden para kazanmak için. Tabii ki, kamu ihalelerinden. 23 kere değiştirdiler Kamu ihale yasasını. Bu yapı değişmediği vakit AB yi neden istesin? Herkes bugün padişah olmak istiyor. Her yere istediği adamı atasın. Her şeyi kontrol etsin. Eski Genelkurmay ne ise yeni siyaset algısı da o yöne evriliyor. Dolayısıyla siyaset AB’yi istemez. Değişimin siyasetini yaparsan AB’yi istersin. Mevcudu ben yöneteyim, benim kafama göre olsun, her şeye de ben ayar vereyim ki kontrol edebileyim diyorsan başka. Bu toplumun bir şekilde sahibi, padişahı, moral modeli ben olayım şeklindeki bir anlayışla AB’ye girilmez zaten. O yüzden hiçbir reform hareketi yapılmıyor. Önünde hiçbir engel bulunmayan rekabet faslını bile iki yıldır açmıyorlar. Ama biryandan kamuoyu bunu böyle izlemediği için, diğer yandan da siyasetin de propaganda gücü çok yüksek olduğu için doğrunun değil propagandanın esiri oluyoruz.


O zaman ikinci cumhuriyete giden bir yolda değiliz, diyebilir miyiz?

İkinci cumhuriyete giden bir yoldayız. Daha doğrusu birinci cumhuriyetten uzaklaşan bir yoldayız. Ama ikinci cumhuriyete geçecek demokratik bir cumhuriyet, bu cumhuriyetin, yani Kemalizm’in demokrasi ile yer değiştirmesini sağlayacak bir irade ile şu an karşı karşıya değiliz. Kemalizmi kullanmaya yönelik bir irade var. İkinci cumhuriyet, bu Kemalist ilk cumhuriyetin demokratikleştirilmesidir. Temel hak ve özgürlüklere dayalı, bireyin vatandaşın öne çıktığı, devletin halkı mağdur etmediği, bireylerin de birbiri ile uğraşmadığı, fertlerinde birbirini mağdur etmediği bir toplumsal sürece nasıl gidebileceğimiz üstüne bir fikri egzersizdir. Türkiye’yi temel hak ve özgürlüklerden bahsetmeyen, vatandaşlık hukukunu önemsemeyen, Kürtlerin ana diline, gayrimüslimlerin ruhban okuluna, Alevilerin cem evine geçit vermeyen, sorunların tümünü bir şekilde çözebilecek ilkesel değişimleri içselleştirmeyen, bunu hedeflemeyen ve sadece oy aldıklarının dertlerini dert sayan diğerlerinin dertlerine kulak kabartmayan, onlara duyarsız kalan, ırk, din, mezhep üstünden siyaset yapan bir anlayış ikinci cumhuriyete götüremez. Ama sosyolojik olarak çok olumlu bir noktadayız. Sosyolojik olarak bu toplumun gerçek sahibinin bu halk olduğunu, halk iradesinin esas alındığı noktasında bilinç yükselmesi var. Ama demokratikleşme noktasında sosyolojik gelişme ile eşanlı bir durum yok. Demokratikleşme konusunda çok geriyiz. Siyasal iktidar daha ziyade muhafazakarlaşarak oy almak istiyor. Halbuki dünyanın bizden istediği muhafazakarlaşma ile demokratikleşme dengesini tutturabilmemiz. Ama birinci cumhuriyetten çok mesafeler aldık. Ama bunu demokratik bir cumhuriyetle taçlandıracak bir noktanın siyaseten gerisindeyiz.


Yani toplum siyasetten daha hızlı gelişip, ilerliyor diyorsunuz?

Kesinlikle doğru.


Birde yazılarınızda çokça bahsettiğiniz Hüseyin Avni Ulaş hakkında neler söylemek istersiniz?

Hüseyin Avni Ulaş hukuka, hukukun üstünlüğüne, hukuksal ilkenin önemini bir cumhuriyetin mağdur yaratmayacak bir biçimde yoluna devam etmesinin en önemli pusulasının hukuk olduğunu söyleyen çok iyi yetişmiş bir hukukçudur. Yani onun söyledikleri zamanında dinlenseydi sistem onu yok etmeseydi, bugün belki de demokratik bir cumhuriyetimiz olacaktı. Hukukun gereğini yaptığın vakit otoriter-totaliter bir rejimden kurtuluyorsun. Konuşmalarında anlatır: “İstiklal Mahkemeleri kuruyorsunuz. İstiklal Mahkemeleri halka zulüm ediyor. İstiklal Mahkemesinin de bir hukuku vardır. Her tuttuğunu asamazsın” vs. onları anlatıyor. Fakat tabi otoriter ve totaliter bir yapıya karşı hukuku savunduğu için çok önemlidir birinci meclisteki önerileri, eleştirileri. Ama o ses bastırıldı, altta kaldı. Ama Türkiye’yi değiştirmek, dönüştürmek liberal, demokrat ileri düzeyde insan haklarına dayalı, piyasa ekonomisi gelişmiş, demokrasisi ileri çağa AB standardına ulaşmış bir Türkiye istiyorsak Hüseyin Avni Ulaş’ın benim evde dört buçuk yıldır duran büstünü gidip Erzurum’a dikmek lazım.


Siz bunu gündeme getireli ve bizleri Hüseyin Avni Ulaş ile tanıştıralı yıllar oluyor ama halen neden kendisi taltif edilmiyor?

Korkuyor siyasetçiler. Ödü patlıyor, bir taraftan değişimciyim diyor, bir taraftan halkın kahramanlarının varlığını görmezden gelmeye devam ediyorlar.


Üzerinde çok durduğunuz “Kent dindarlığı” diye bir kavram var, bu kavramı bize biraz açabilir misiniz?

Gerçek dindarlığın şu dönemde önde koşmadığını görüyoruz. Dindarlık nedir? bir iç yolculuğudur. Varlığına anlam katmadır. Hakikati aramadır. Böyle bir İslam görüyor musun etrafında? Hayatta elde edemediğini din üzerinden elde etmeye çalışan bir siyasetin aktörlerini ve taraftarlarını görüyorsun. Ama gerçek dindarlık çok daha derin, çok daha felsefi, çok daha derinlikli bir kültürel yapılanmadır. Gerçek dindarlık, kendine siyasette yer aramayan, söylediğim manada iç yolculuğunu sürekli kılan bir şekilde hakikati arayan, varlığına mana katan bir anlayış söz konusu olduğu vakit tabii hale gelecektir. Gerçek bir dindarlık hüküm sürdüğü zaman, vicdanın da en güçlü iktidar olması lazım. Ama böyle bir şey görmüyorum. Çünkü gerçek bir kent dindarlığı ile din üzerinden menfaat sağlama arasında sıkışıp kaldık. Bütün Müslümanların iyi ve çok daha nitelikli yaşamaya hakkı var, çok daha fazla özgürlük elde etmeye hakkı var, çok daha fazla refaha hakkı var.


İsterseniz birazda son kitabınız üzerine konuşalım. “Küresel vicdan” ile ne anlatmak istediniz?

“Küresel vicdan” yerküredeki değişimin vicdan üstünden sorgulanmasıdır. Biz aslında ufacık bir gezegende 7 milyar insanla birlikte yaşıyoruz. Acaba tümünü kapsayan, her bir insanı bizim komşumuz olarak algılayan, dertleriyle hüzünlenen, sevinçleriyle çoğalan bir anlayışı, “dünya vatandaşlığı” kavramını, vicdanı, insanı en kutsal değer olarak kabul eden ve sarsılmaz, şaşmaz bir teraziye hayatiyet kazandırmak üzere yapılmış son çalışmamdır.


Söz çalışmalarınızdan açılmışken kendi adıma bir şeyi çok merak ederim. Kanatlı Karınca, Matadorun Ölümü, Amerikan Rapsodisi gibi kitaplarınızı okuduktan sonra ben hep sizden bir roman yazmanızı bekledim. Bu bekleyişe bir gün karşılık vermeyi düşünüyor musunuz?

Teveccühünüz. Bir sanat eseri meydana getirmek öyle kolay bir iş değil. Öncelikle ya bavulu toplayıp bu diyardan gitmek, ya da kendini bir şekilde izole etmek gerekiyor. Bu kadar ağır bir gündemde, ülkenin sosyo-ekonomik sorunlarıyla bu kadar içli dışlı olunca tabii ki bu zor. Ama henüz geç değil, ilerleyen günler ne getirir bilemem.


Çetin Altan’ın oğlu olmak nasıl bir şey?

Çetin Altan’ın oğlu olmak hayatını düşünceden, yazıdan, kitaplardan, konuşmadan, sorgulamadan ören, heykelleştiren bir ortamın doğal uzantısı olmak demektir.


Dünyaya bir daha gelseydiniz ne olurdunuz?

Dünyaya bir daha gelsem hayatımı Türkiye’ye gömmezdim. Daha evrensel düzeyde bir hayat kurardım. Çünkü burada top oynamak için, belki bir gün top oynayabilirim diye bir ömür boyu, taşı toprağı tarlayı temizliyorsun. Sonra ömür bitip gidiyor.


Son olarak gençlere bir tavsiyeniz var mı?

Dünya vatandaşı olarak kendilerini yetiştirsinler. Yetiştirmezlerse çok acı çekecekleri yıllar geliyor.


Zaman ayırdığınız için tekrar teşekkür eder çalışmalarınızda başarılar dileriz.

Bende sizlere teşekkür ederim. Burası sizlerin okulu, okulunuzu hiçbir zaman unutmayın. Her zaman beklerim.

Comments


bottom of page