07.03.2012 - Dolapdere
İktisat camiasında “Hocaların Hocası” ve “İktisadın Duayeni” sıfatlarıyla anılan, 2010 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi tarafından “Emeritus Profesör” kadrosuna atanan “Gülten Kazgan” ile Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsündeki odasında görüştük. Kendisi ile akademik hayatı, son yüzyıldaki iktisadi krizler, 2008 Küresel Finans Krizi ve kapitalizmin geleceği hakkında doyurucu bir sohbet yaptık.
Öncelikle zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. İsterseniz söyleşimize sizi biraz tanıyarak başlayalım.
1927’de İstanbul’da doğdum. İlk eğitimim devam ederken aynı zamanda piyano ve müzik eğitimi aldım. 1938’de Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne yatılı öğrenci olarak girdim. Lise bölümünde 1 yıl sosyal bilim, 1 yıl da iktisat derslerini seçimlik olarak aldım. Böylece, İktisatla ilgili ilk karşılaşmam lise düzeyinde oldu. 1946 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girdim. Neumark, Kessler ve Isaac gibi dönemin ünlü Alman iktisatçılarından ders alarak, 1950 yılında fakülteden pekiyi derece ile mezun oldum. Mezuniyetten sonra 2 yıl boyunca Türkiye Sınai Kalkınma Bankası’nda çalıştım. Sonra mezun olduğum fakülteye asistan olarak girdim. Doktora tezim, tarımsal gelirin istikrarsızlığı ve uzun dönem fiyat trendleri konulu oldu. Doktoradan sonra Rockefeller bursuyla 1957 yılında Chicago Üniversitesi’ne gittim, 2 yıl boyunca T. W. Schultz ile çalıştım. 1960’da Üniversiteye dönerek, doçentliğimi tamamladım. Doçentlikten sonra, Roma’da bir araştırma enstitüsünde 2 yaz ve Paris’te de 1 yıl profesörlük yolunda çalışmalar yaptım. 1968’de Profesör oldum aynı üniversitede. 1994 yılında İstanbul Üniversitesi’nden emekli oldum ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin kuruluşuna kurucu rektör olarak katıldım. Halen, bu üniversitede 2 yıldır Emeritüs Profesör olarak bulunuyorum. Aradaki sürede devamlı aynı üniversitede öğretim üyeliği görevini yerine getirmiştim. 51 yıl hocalık yaptım, 8 adet de kitap yazdım.
Uzun akademik kariyeriniz ışığında, bugünden baktığınızda 20. Yüzyılda Türkiye ekonomisinin kilometre taşları olarak neleri görüyorsunuz?
Öncelikle Cumhuriyet’in ilk yılındaki kalkınma ve demokratikleşme hamlelerini çok önemsiyorum. Bunlar, bugünkü Türkiye’nin hem ekonomik hem kültürel, hem de siyasal bağlamda siyasal temellerini oluşturan devrimleri getirdi. Bunlar olmadan Türkiye’nin bugünkü yerini dünya sınıflandırmasında alması mümkün olamazdı. Cumhuriyet’in M. Kemal yıllarını tamamlayan 2. dönemi İnönü dönemi oldu, 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği sıkıntılar, enflasyon ve durgunlukla birlikte gitti. Ama köy enstitüleri gibi aydınlatıcı bir faaliyeti yabancı dillerden çevrilen başyapıtlar gibi de bir kültürel öğeyi birlikte getirdi. İnönü Döneminin bitimine giderken demokrasinin getirilmiş olması da, o dönemin kazancı oldu.
Bunu izleyen yeni hamle dönemi 1950’li yıllarda tarımda kalkınma ve köyden göçün başlattığı şehirleşme hareketidir. Bu da köyün dünyaya açılmasını getirdi. 1961’den sonra gelen planlı dönem ise, her aşamada sanayileşmeyi ve yerli sanayici işadamı grubunun yükselişini getirdi. Özellikle Süleyman Demirel’in yaptığı katkıları, barajlar, büyük çaplı sanayi kuruluşlarını getirmek gibi vurgulamak gerekir. 2000’li yıllara gelirken yaşanan büyük enflasyon 1990’lı yılları tanımlamıştı. Bu enflasyondan kurtuluş da 21. yy’ın girişinde IMF programlarını izleyerek sağlandı. Ancak, bu arada Türkiye büyük bir kriz yaşadı 1999-2002 arası yıllarda.
Resme biraz daha geniş çerçeveden bakarsak 20. Yüzyılda Dünya ekonomisinin kilometre taşları nelerdir?
20. yy başlarken dünya ekonomisinde Büyük Britanya imparatorluğu gücünü kaybetme noktasına gelmişti. Almanya, Japonya ve Rusya yükselen ekonomiler katına yükselmişti. Ayrıca, 1870’de Avrupa’nın yaşadığı Büyük kriz, krizin bu yıllara da sarkarak bir yandan sömürgeleştirme faaliyetini, özellikle Afrika kıtasında yoğunlaştırdığı ülkeler arası çatışmanın rekabetin hızlandığı görülüyordu. Bu süreç, 1. Dünya savaşının patlamasına yol açtı. Bu savaşa ABD’de İngiltere, Fransa yanında katıldı. Almanya yanında ise Avusturya, Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları karşı blokta yer aldılar. Her iki blokta da başka devletler bulunuyordu. 1. Dünya Savaşı biterken, Rusya’da Sovyet İhtilali, Türkiye’de TBMM’nin kurulması, yeni değişimlerin, dönüşümlerin habercisi oldular. Savaş sonrası Avrupa Büyük kargaşaya düştü. Hem siyasal bağlamda, hem ekonomik bağlamda, altın para sistemi tekrar Avrupa’ya getirilemedi. İmparatorluklar dağıldı. Başta Osmanlı ve Avusturya, Macaristan İmparatorluğu olmak üzere 1. Dünya Savaşı’na katılan ABD ise savaş sonrasında talep düşüşü yaşarken eşanlı olarak finansallaşmanın ve spekülatif faaliyetlerin yoğunlaşmasına tanık oldu. 1929’da Büyük Dünya Bunalımı patlaması ABD’deki borsa çöküşünü izledi. Kargaşa içinde olan Avrupa tarihinde az görülür önemde hem siyasal hem ekonomik bağlamda bir çöküşe tanık oldu. Hitler, Mussolini ve Franko’nun diktatör olarak yükselişi ekonomilerin içe kapanıp, dış ticaretin çok kısıtlar altında yürütülür hale gelmesi, %25’lere varan işsizlik oranı, batı dünyasında genel bir çöküşün habercileri oldular. İşte bu ortamdadır ki 1936’da J. M. Keynes ünlü kitabı “Genel Teori”yi bastırmıştı. Avrupa’daki bu karşıtlıklar ve bunalım sonuçta 2. Dünya Savaşı’nı getirdi. Yani 20. yy iki büyük dünya savaşına tanık oldu. 1. Savaş İngiltere’yi 1. büyük devlet olmaktan indirmişti. 2. savaş ABD’ni 1. büyük dünya devleti olma statüsüne yükseltti. Ama kısa süre sonra çift kutuplu dünya ortaya çıktı. 1. Savaş içinde (1917) patlayan komünist Sovyet devrimi yeni bir düzen getirmiş bulunuyordu. Demokrasilerin yanında ve diktatörlere karşı ortaya çıkan 2. dünya savaşını kazanan tarafta yer alan Sovyetler Birliği bir kutuplaşmaya yol açtı savaş sonrası dünyada. Buna çift kutuplu dünya dendi. Böylece, ABD bloku ile Sovyet Bloku oluştu. Bu arada sömürgelikten kurtulan gelişmekte olan ülkeler de bir tarafsızlar blokunu İsveç önderliğinde sürdürdü. 20. yy’ın önemli bir aşaması bu çift kutuplu dünya oldu. Ama bu blok 1990 başında dağıldı. Bunun dışında 20 yy’da belli başlı kilometre taşları arasında şunlar sayılabilir: Sömürgelerin bağımsızlaşması ve eski sömürge imparatorluklarının dağılmaya geçmesi, gelişmekte olan ülkeler diye dünyada yeni bir sınıf ülke yarattı. İkincisi ortaya çıkan çok etkili teknolojik devrimler oldu. Bunların bir kısmı 2. Dünya Savaşı içinde yaratılmıştı. Ve uygulamaya aşama aşama girdiler. Üçüncü nokta savaş sonrasında Roma anlaşması ile 1958’de Avrupa Birliğinin kurulma yolunun açılması oldu. Bu süreçte günümüze kadar Doğu Avrupa’yı da içererek devam etti, halen 27 ülkeli büyük bir blok ortaya çıktı. Bir diğeri sömürgelikten ya da yarı sömürgelikten kurtulan devletlerin Uzak Doğu’da Avrasya’da ve Latin Amerika’da yükselişi oldu. 1990’larda kendini belirten bu süreçte Çin ve onu izleyerek Hindistan ile Uzak Doğu 20. yy. biterken artık bunların ekonomik gücü dünyada kendini hissettirmeye başlamış bulunuyordu. Bundan başka, 20. yy’da önemli krizlere de tanık olduk. 1929 bunlardan biri ise 1960’lardan sonra da diğeri izledi. 1970 sonrası 30 yıl krizler hep gündemde kaldı.
Peki, son yüz yılda dünyada meydana gelen belli başlı küresel etkili ekonomik krizler hangileridir?
20. yy başlarken Avrupa’da henüz 1870 krizinin atlatılamamış olduğu görülüyor. Bu kriz, finansallaşma sürecini bir dünya savaşı ile kapadı. 1920’li yılların başına gelindiğinde savaşa katılmış olan ABD savaş sürecinde büyük üretim kapasitesi yaratmıştı. Savaş sonrasında bu kapasite kullanılamayınca ABD’de finansallaşma ve büyük spekülatif faaliyetler ortaya çıkmıştı. Önce toprak spekülasyonu, onu izleyen inşaat sanayii spekülasyonu, sonunda borsa spekülasyonuna varmıştı. 1929’da New York borsası çöktü. Bu çöküş 1. Dünya Savaşı’nın etkilerini bir siyasal ve ekonomik kargaşa yaşayarak sürdüren Batı Avrupa’ya intikal etti. Ve ABD’nin krizi Avrupa’ya şiddetli bir kriz olarak yansıdı. Böylece Batı dünyası toptan bir krize düşmüştü. 1929 krizi hala kapitalizmin en büyük krizi diye anılır. Bunu 2. Dünya savaşı tamamladı. Savaş sonrası ABD kendi parasını Bretton Woods sisteminde dünya parası olarak altına bağlı doları yerleştirdi. Yaklaşık 25 yıl dünya krizsiz gitti. Ama 1968’de dolar aleyhine başlayan Avrupa’daki spekülasyon 1971’de ABD dolarının altın temelinden kopması ile ortaya çıktı. 1970’li yıllar ABD’nin krizinin sürmesi ve bunun çeşitli yollardan dünyaya da intikal etmesine yol açtı. ABD elektronik devrimi devreye soktu. Ancak yine bu yetmeyince finansallaşmanın yollarını aradı. 1973 sonunda patlayan petrol krizi dünyayı de etkiledi. Petrolcü Arap ülkeleri dışında. Ve gelişmekte olan ülkeler de krize girdi. ABD devreye soktuğu petrol paralarının yeniden dönüşüme sokulması sistemi ile gelişmekte olan ülkeler ve Avrupa’nın içine düştüğü krizin atlatılmasını sağladı. Ancak, büyük borç biriktiren bir dizi gelişmekte olan ülke önce 1978’de, sonra da 1982’de diğer bölümü gelişmekte olan ülkelerin krize düştüler. Kısacası, 1970’li yıllar krizler zinciri ile geçti. Ama 1982’deki çöküşle birlikte tekrar bir dünya krizi yaşanır oldu. ABD bu süreçte işte İngiltere’yi de peşine takarak küreselleşme, serbestleşme sürecini başlattı. Ancak, kendisi tekrar 1987-88’de krize düştü. 1991’de Irak savaşı ile bunu atlatmaya çalıştı. Bu süreçte ABD krizden çıktı. Ne var ki, bu kez gelişmekte olan ülkelerin krizleri devreye girmeye başladı. Öyle ki, 1990’lı yıllarda peş peşe krizler birbirini izledi. Bunların en büyüğü 1997 – 1999 arası Uzak Doğu’yu, Çin ve Hindistan hariç sarsan krizler oldu. Türkiye de bu arada 1991’de, 1994’te 2 kez kriz yaşadı. 1999’da da 3. Krize girdi. Bu da Türkiye’nin en büyük krizi oldu, 2002’ye kadar sürdü. 90’lı yıllarda ABD elektronik devrim şirketlerinin borsada yükselen fiyatları ile dünyadan sermaye akımlarını kendi borsasına çektikçe sermaye hareketleri serbestliğine girmiş olan yükselen Pazar ülkeleri peş peşe krizlere girdiler. Arjantin, Brezilya, Şili, Türkiye gibi ülkeler peş peşe krizler yaşar oldular. 1990’lar biterken, ABD 2000-2001’de tekrar krize girdi. Yani 1970’den 2000’e kadar giden 30 yıl peş peşe krizlerin yaşandığı bir dönem oldu. Üstelik bunlara artık yükselen Pazar ülkesi denen ülkeler de katılmıştı. Böylece 2000’li yıllara gelirken 30 yıllık sürede krizler artık küreselleşmişti.
Bize biraz “2008 Küresel Finans Krizi”nden ya da daha yaygın tabiriyle “Subprime Mortgage Krizi”nden bahsedebilir misiniz?
Buradaki sorun sadece subprime mortgage ile ilgili değildir; bunun ötesinde ABD’nin finans sisteminin yapısından kaynaklanan çok önemli problemler söz konusudur. Finans sektöründe etik değerlerin bir yana itilmesi, etik davranmama riskinin artması ayrıca finans sektörünün reel kesime yardımcı olmaktan onu desteklemekten uzaklaşarak spekülatif bir yapı alması, krizin tetikleyicisi olmuştur. ABD yatırım ile ticaret bankalarını ayırmış, 2000’li yıllar başlarken finans sektöründeki bütün denetimi de kaldırmıştı. Sorun yatırım bankalarından kaynaklandı. Ticaret bankalarında sorun olmadı.
Subprime mortgage krizine gelince, bu olayın sadece başlangıcı ve son tetikleyicisi oldu. Subprime mortgage krizi söyle başladı: Federal Rezerv bankası 2002’de, 2001 sonunda kısa vadeli faizini %1’e indirdi. ABD’nin yaşadığı krizi atlatması için likiditeyi bollaştırmaya geçti. Bu arada düşük faizle ev kredisi verilmesinin yolu açılmış oldu. Düşük faizi gören düşük gelirli halk borçlanmaya geçti. Bu olay 2005 başında Federal Rezerv bankası faizini %5’e yükseltinceye kadar sürdü. Faiz yükselince düşük gelirli halkın ödemeleri aksamaya başladı ve taahhütler yerine getirilemez oldu. Olayın başlangıcı bu idi. Ancak, bu başlangıç Amerikan finansal sistemi içinde öyle bir tahvil üretime süreci başlatmıştı ki, olayın başlangıcı ile sonu arasındaki bağ kopmuştu. Bu ilk sarsıntı oldu, o kadar. Ama sürecin tökezlemesi, finans sistemindeki akla gelmeyecek türde oyunlardı. Şöyle; çıkarılan tahviller değerine bakılmaksızın bir araya getirilip sigortalanıyor ve parasını ödedikleri sigorta şirketlerinden sigortalanıyordu. Ondan sonra da bu karışık tahvillere derecelendirmek kurumlarından yine parası ödenerek çok iyi dereceler alınıyordu ve dünyada Amerikan tahvili olarak başta Avrupa Bankaları her yere sürülüyordu. Yani olayın başlangıcı finans kesimi içinde böyle bir yöntemden geçince işte toksik kâğıtlar denilen tahviller ortaya çıkıyordu. Olay toksik kâğıtlardan patladı.
Bunu doğuran problemler nelerdir?
Bunu doğuran problemler kısaca şunlardır: Para kazanma hırsı, denetimsizlik, finans kesiminin yenilik yaparak borç alan ile krediyi veren arasındaki zinciri koparması yoluyla veren ile alan arasında bağ kalmaması, sigortalanan tahvil paketine çürük kâğıtlarla bir arada değerli tahvillerin torbalanması ve sigortalanması olayları finans kesiminin temel sorunları oldu. Bu sonuncu torbalama olayı ise bizdeki hükümetin torba yasalarına benziyordu.
Doların uluslararası rezerv para olma vasfını kaybetmeye başladığı krizin aşılması için avronun bu görevi devralması gerektiği öne sürülüyor. İlerleyen süreçte AB ABD’nin yerini alabilir mi sizce bu gerçekçi bir yaklaşım mı?
Avrupa Birliği’nin bugünkü görünümü mümkün kılmadığı gibi yakın gelecekte ne olacağı da pek belli değil. Bugün bir siyasi birlik değil ortak maliye politikası yok. Güney ülkelerin yani Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz ve İrlanda gibi Euro alanı kuzey ülkeleri ile İngiltere gibi Euro alanına dahil olmayan bir üyesi GSYİH’yı aşan ya da ona yakın borcu olan iflas eşiğindeki ülkeler. Fransız ve Alman bankaları bunların çürük tahvillerine sahip ve bu nedenle büyük risk altında. Yunanistan’ı iflastan kurtarmak için son yapılan genişlemeye kadar Avrupa Merkez Bankası, Almanya baskısı ile likidite yaratmaya pek yanaşmıyordu. Eğer, bu kısıtların tümünü aşabilirse AB, tabii dolara rakip olur. Ancak, ABD dünyanın talep ettiği likiditeyi bol bol sağlıyor, bunu yapmasının yolu sürekli kamu borçlanması ve dış açık vermesi böylece tahvillerini dünyaya salması. Halen ABD’nin GSYİH’sına yaklaşan yani 15 trilyon dolara varan tahvil borcu var. AB bunu yapabilir mi? Kanımca halen dünya ticaretinde kullanıma giren Çin yuanı kesin 3. Küresel para olacak. Euro da payını arttırabilir. Yani, yakın gelecekte 3 para da rezerv parası işlevini sürdürür. Daha sonra ne olur öngörmek zor. Bu önce İngiliz pound’u idi. Sonra ABD doları oldu. Şimdi de görünürde bu 3’ü yani ABD, AB ve Çin var. Bundan sonrasını öngörmek mümkün değil.
Nobel ödüllü ABD’li ekonomist Joseph Stiglitz, finans piyasalarında yaşanan krizin, 1929’daki Büyük Buhrandan bu yana yaşanan en ciddi sarsıntı olduğunu söylemişti. Sizce bu tespit doğru mu?
Stiglitz, en büyük problemin, mortgage kredilerinin geri ödemesini yapamayan tahmini 2 milyon Amerikalının evlerini kaybedecek olması olduğunu ifade etmiştir. Stiglitz, krizin Irak Savaşı’yla da bağlantısı olduğunu belirterek, savaş harcamalarının ekonomiyi ciddi manada etkilediğini ancak bu etkinin boyutunun kamuoyundan gizlendiğini belirtmiştir. Ayrıca, Nouriel Roubini de krizin 1929 büyük bunalımından bu yana yaşanmış en büyük kriz olduğunu söylemiştir. Gerçi finansal kapitalizmin global manada hakimiyet kurmasıyla krizler ne zaman olmadı ki. Sadece üstleri örtüldü.
O zaman Kenneth Galbraith’ın “büyük buhran hiç sona ermedi, savaş ekonomisi içinde kayboldu” tespitine katılıyorsunuz.
Çok yerinde bir tespit. Kapitalizm doğası gereği zaman aralıkları ile kriz üretir; üretim-tüketim dengesizlikleri yaratır. İkinci Dünya savaşından sonra, soğuk savaşın getirdiği askeri harcamalar, zaman zaman bölgesel sıcak savaşlar, devletin sosyal harcamaları, krizlerin boyutunu sınırlı tutmuş, 1929 düzeyinde bir kriz yaşanmasını engellemiştir. Ancak finans kapitalin giderek spekülatif ve her türlü etik dışı işleve açık bir sermaye haline gelmesi ve izlenen neoliberal politikalar günümüz krizinin boyutunu büyütmüştür.
Galbraith haklı, 1970’li ve 1980’li yıllarda kriz gelişmekte olan ülkeleri vurdu. 1990’larda ABD teknoloji devriminin getirdiği yeni şirketlerin hisseleri borsada yükselirken, dünyadan para ABD’ye aktı. Ancak bu paralar geldikleri gelişmekte olan ülkelerden çıktıkça bu kez onlar krize peş peşe girmeye başladı. Yani 2000’li yıllara kadar dünya sahnesinden o krizler hiç silinmedi. 2000 yılı geldiğinde de ABD krize girmişti. Çünkü borsa düşüşe geçmişti. Yine finans kesiminin yaptığı oyunlarla birlikte gündeme gelmesi ile.
Küresel kriz sürecinin nasıl ortaya çıktığını bize biraz açabilir misiniz?
Asya krizinin 1999’da sona ermesinden sonra bu krizin etkileri 2000’lerin başında ABD’de ortaya çıkmaya başladı. Gerçi şunu da eklemek lazım. ABD her on yılda bir krize giriyor. Her on yılın son çeyreğinde ABD ekonomisi bir dalgalanma yaşıyor. Asya krizinden sonra da bu sistematik kriz yine gündeme geldi. Ama bu sefer daha ciddi bir etkilenme söz konusu oldu. İşte tam da o 2001’deki kriz esnasında FED, aldığı bir kararla kısa dönemli faiz oranlarını %6’dan %1,5’e indirdi. Tabi bununla Amerika’daki fonlar tüm dünyaya yayılmaya başladı. Bizim gibi ancak kısıtlı fon bulabilen ülkeler bile ihya oldu bu süreçte. Bu sürecin tüm dünyaya yarar sağladığı kesindir. ABD ile AB hariç diğer ülkeler krizden çıktı. Fakat Euro bölgesinde halen krizden tamamen çıkılamadığı yönünde veriler var elimizde. Halen Yunanistan kurtarılma sürecinde gündemde. İtalya ve İspanya ise beklentide yani kriz Batı dünyasında ABD’de sürerken AB’da daha da derinleşerek sürmekte. Buna karşılık, yükselen Pazar ülkeleri bu arada başta Uzak Doğu, bu krizin etkilerini atlattılar. Ancak Afrika ülkeleri atlatamadığı gibi Kuzey Afrika Arap ülkeleri, arap baharı diye başlayan siyasal hareketlenmeyi Arap kışı olarak sürdürdü. Yani 2008 krizi ciddi siyasal olaylar da yaratarak sürüyor.
Bu süreçte krizden etkilenmeyen, tabir yerindeyse krizin yaradığı ülkeler oldu mu?
Krizin doğrudan yararlanma yarattığı ülkeler olduğunu söyleyemem. Ama Çin ve Hindistan hiç etkilenmediler. Uzak Doğu Kaplanları denen Güney Kore ve diğerleri de etkilenmediler. Yükselen pazar ülkeleri denen gruptan Latin Amerikalılar ve Türkiye gibi ülkeler ise, kısa sürede krizi atlatabildiler. Bu itibarla yararlanma olmasa da hafif yaşama gibi bir olanak ortaya çıktı. Buna karşılık Afrika ülkeleri hammadde satıcısı oldukları için genişleme sürecinde yararlanırken krizle birlikte daralmaya girdiler. Ayrıca Kuzey Afrika’daki Arap ülkeleri de bildiğiniz gibi Arap baharı denen ama Arap kararmasına dönen bir sürece girdiler geçen yıldan itibaren. Bu itibarla, kriz temelde Batı ülkelerinin yani ABD ve Avrupa Birliği’nin şiddetli krizi diğerlerinin ise, bir kısmı hafif geçirirken bir kısmı da Afrika gibi ağır ölçüde etkilendiğini gösteriyor.
Batı kendisi her şeyin piyasalarda belirlendiğini söylediği bir düzen yaratmadı mı, peki buna şimdi kendisi neden uymuyor. Oyunu kurallarına göre oynamıyor?
Evet, burada bir ikiyüzlülük var. Önce küreselleşmeyi dünyaya pazarladı. Dünya bunu istese de istemese de kabul etti. Ama şimdi bu oyunu kendisi kuralına göre oynamak istemediği ortaya çıkıyor. The Economist dergisinin Şubat sayılarının birinde Batı dışındaki ülkelerin devlet kapitalizmi uyguladığı bu nedenle kuralları çiğnediği öne sürülüyor ve bu ülkelere karşı alınması gereken önlemler ileri sürülüyordu. Belirteyim ki, batılı şirketler yoksul ülkelerde şirketlerinin ucuz maliyetle üretim yapma imkânına kavuştular, çokuluslu şirketler yatırımlarını Doğu’ya kaydırdılar. Bu da Batılı çalışanlar için ciddi bir kayıp anlamına geldi, çünkü işlerini kaybettiler. Batılı ülkelerin çoğunda GSMH’nın yarıdan fazlası işçi ücretlerinden oluşur. Dolayısıyla küreselleşmeyle bu insanların bir ücret kaybıyla karşı karşıya kalmaları söz konusu oluyor. Küreselleşmeye tepki duyan halkların talepleri yavaş yavaş politikaya da yansımış ve daha korumacı politikalar gündeme gelmeye başlamıştır. Amerika’daki gelirin büyük bir kısmı da üst yüzde 1’lik dilime gitmekte, bu da halktan tepki toplamaktadır. Yani çalışanlar bu noktada gelişmiş ülkelerde de olumsuz etkilendiler. ABD’de Wall Street’i işgal et hareketi buna iyi bir örnektir. Yani, Batı’nın neoliberalizmi kendi halkından da tepki topladı, şimdi uygulamaya sokmayı düşündüğü önlemlerle yükselen Pazar ülkelerini Asya Kaplanlarını da sıkıntıya sokabilir gibi gözüküyor.
Küreselleşme kavramı bağlamında günümüzde yaşananları değerlendirirsek gerçekten başka bir dünya mümkün mü?
Neoliberal politikalar uygulayan Batılı ülke düşünürleri başka bir dünyanın mümkün olabileceğine 1990’lı yıllarda Sovyet Bloku çökünce hiç inanmıyorlardı. Örneğin, Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezi uyarınca demokrasi ve kapitalin insanlığın ulaştığı en son ve mükemmel aşama olarak ortaya çıkıyordu. Ona göre liberalizm, tarihin sonu olarak zaferini ilan etmiş ve dünyadaki siyasal evrimin sonuna ulaşmıştır. Fukuyama’ya göre dünya, artık, liberalizmden başka bir siyasal sistemi hedeflemeyecektir. Diğer taraftan, Huntington’ın “Uygarlıklar Çatışması” tezinin arka planında ise, “The West and the Rest” ayrımının ortaya çıktığı görülüyor. Yani, “Batı uygarlığı ve diğerleri” olarak bu yaklaşım küreselleşmenin sonunda Batılılar ile diğerlerinin ayrıştığı bir dünyanın devam edeceğini kabulleniyor. Ne var ki kapitalizmin bu son krizi bize başka bir dünyanın mümkün olabileceğini gösterdi. Nitekim Asya Kaplanları ve yeni yükselen ülkelerin pek çoğu Batı’dan farklı politikalarla krizden kaçınabildiler.
Biraz da kendimizden bahsedersek, Türk ekonomisini en iyi bilen isimlerden biri olarak Türkiye’nin ekonomik yapısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’nin son 10 yılda dinamik bir büyümesi yaşandı. Krizi de 1 yıllık çöküşle atlattı. Ancak, ekonominin çok sorunlu noktaları var. Bir kere, bu hızlı büyüme cari açıkta sürekli büyüme ve dış kredilerin aynı zamanda sıcak paranın girişi ile finanse edildi. Öyle ki, Türkiye’nin dış borcu neredeyse 3 katına çıktı bu süreçte. Şimdi bu sakat bir büyüme. Çünkü, ithalat önemli ölçüde bir yapısal bozukluktan kaynaklanıyor. Bunun başında Merkez Bankası’nın tek işlevinin enflasyonu önlemek olması geliyor. Enflasyonu önlemek için tabii Türk lirasındaki değer kaybının sınırlı olması gerekir. Nitekim, Merkez Bankası hedefi olan Türk lirası fiyatını saptıyor, böylece yükselmeyen döviz kuru yoluyla bol ve ucuz mal girişi sağlanıyor. Bu süreçte yapısal bozukluk ortaya çıktı. Öyle ki, hükümet giderek büyüyen cari açık yoluyla halkı ve işadamlarını tatmin etmek yoluna girdi. Bir yandan ucuz tüketim malı geliyor, tüketim kredileri arttırılıyor ve tüketim artışı yaşanıyor. Bir yandan kendi bütçe dengesini kurmak için geçmişten kalmış kamu varlığı ne varsa onları satıyor, yani eski yatırımları gelire dönüştürüyor ve bütçe dengesini sağlıyor. Böylece sürekli cari açık veren ama kamu bütçesi de tatminkâr yolda olan bir tablo ortaya çıkıyor. Sonuç Türkiye’nin kendi üretimini aşan bir tüketici konumuna gelmesi oluyor. Bu itibarla, izlenen model temelden çürük. Mutlaka enerji de ve girdilerde halen net ithalatçı olmaya dönüşen tarımda ithal ikamesine gidilmesi gerekiyor. Hükümet enerjide ithal ikamesine geçti. Ancak, görünüşe göre ne diğer girdileri, ne tarım ürünlerin ithalatını kesme yolunda bir ithal ikamesi politikası izleniyor. Kanıma göre bu hatalı bir gidiş. Sonuçta çıkmaza girebilecek gibi gözüküyor. Eğer bu politikalar değiştirilmezse.
Cari açığın nasıl kapatılabileceğini düşünüyorsunuz?
Yukarıda belirttiğim gibi, cari açığı kapama yolu yoğun bir ithal ikamesi politikası izlemekten geçiyor. Ayrıca, Türkiye’nin sıkı bir vergi politikası uygulayarak iç tasarrufları arttırması gerekiyor. Bu da, cari açığı kapamanın makro ekonomik boyutunu oluşturuyor. Son 10 yılda tasarruf oranı 1990’lardaki %20-21 oranından %15’e kadar düştü. Bu kadar düşük tasarruf oranı ile tabii cari açık giderilemez, yatırım harcamaları yerli tasarruf ile karşılanmadığı için. Ayrıca, hükümet de geçmiş yatırımları cari harcamaya dönüştürmekten kaçınmalıdır.
Peki, sizce bunun sebepleri neler?
Cari açığın temel sebepleri yukarıda belirttiğim gibi ortaya çıkıyor. Bunun bir boyutu devletin yeterli vergi toplayamaması, halkın da tasarruf eğiliminin düşmesi oluyor. Bunun çözümü, tüketim kredilerinde kısıtlama ve mümkün olduğu kadar halkın tasarruf düzeyini yükseltmekte yatıyor. Bu da bir vergi reformu yapılması demek. İkinci boyutu tabii Türk Lirası dış değerinin gerçekte olması gereken değerin üstünde tutulması oluyor. Hele bugünkü likidite genişlemesi dolayısıyla dünyadaki, dolar ve Euro fiyatlarında artış sınırlandığı için Türkiye kendi enflasyonuna rağmen kuru aynı düzeyde tuttuğundan TL giderek daha aşırı değerli hale geliyor. Bunun da önlenmesi lazım. Enflasyonu önlemenin diğer yollarını kullanmalı bence Merkez Bankası. TL değerini gerçek değer civarında tutmak da büyük yarar olduğunu düşünüyorum. İktisat yazınında aşırı değerli para Hollanda’nın yaşadığı benzer bir durumda sanayini kaybetme durumuna düşmesi dolayısıyla Hollanda hastalığı diye bilinir. Yani Türkiye bir Hollanda hastalığı örneği yaşıyor. Gerçekten imalat sanayisinin GSYH’daki oranı da %25’ten %23’e geriledi, artması gerekirken.
Hükümetin ekonomik politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hükümet bence önemli iyi işler yaptı. Bunları kabul etmek lazım. Sosyal sigorta haklarının genişletilmesi, işsizlik sigortasının işlerlik kazanması, sosyal harcamaların artması bunun bir boyutu. Diğer boyutu, bütçe dengesinin özenle korunması ama bunun dışındaki politikalar ne yazık ki desteklenir gibi değil, sürekli büyüyen dış açık ve sürekli büyüyen dış borç büyük bir risk ve kırılganlık alanı yaratıyor. Nitekim Türkiye’nin CDS sigorta fiyatı 2011’de hızla yükseldi, 2 katına çıktı. Bu da konu ettiğim riskle kırılganlığın en iyi göstergesi. Nitekim, IMF ve Dünya Bankası OECD gibi kurumlarda 2012 yılı için büyüme hızını düşürdüler. Derecelendirme kurumlarından bir tanesi de Türkiye’nin notunu negatife çevirdi, pozitiften. Diğer deyişle, yalnız ben değil, dünya kurumları da aynı zamanda bu risklerin artışını ortaya koyuyorlar.
Günümüzde hakim ekonomik sistem olan kapitalizmin geleceğine yönelik beklentileriniz nelerdir?
Şunu belirteyim; bir kere bugüne kadar piyasa ekonomisini ikame edebilecek bir fiyat sistemi yaratılamadı. Merkezi planlama Sovyet Bloku ile birlikte çöktü. Aynı zamanda bana sorarsanız, 2008 kriziyle neoliberal Batı kapitalizmi de çöküyor. Bugün yükselen devlet kapitalizmi yani bu ikisinin ortası. Gelecekte Uzak Doğu’nun önemli bir ağırlıkla dünya sahnesine çıkacağı ve onların da devlet kapitalizmi uyguladığı düşünülürse geleceğin sisteminin o biçimde olması küçük bir olasılık değil kanımca. Belki bu Batı’da daha sosyal bir devlet yapısı biçiminde yerleşebilir. Ama bugünkü neoliberalizm kesinlikle yaşayamaz, yaşamamalı da. Onun sonu geldi bu krizle.
Son olarak hocam gençlere önerilerinizi alabilir miyiz?
Sorgulayıcı olsunlar. Marx klasikleri, Keynes Marx’ı, Friedman Keynes’i sorgulamasaydı iktisadi düşünce hiçbir zaman derinlik kazanamazdı. Her zaman her konuda sorgulayıcı olsunlar. Gelişmek için sorgulamak zorundalar. Şunu da söyleyeyim, elektronik çağ yeni bir ekonomi çağı da yaratabilir. İnternet satışlarındaki hızlı artış belki de yeni bir çağı açacaktır. Bu çağ da bildiğiniz piyasa ekonomisi de bir değişime girebilir, ama doğrusu bu değişim nasıl olur ben öngöremiyorum, fakat olacağı kesin. Gençler, bugünün neoliberalizmini de sorgulasın, alternatiflerini araştırsın, elektronik çağ için bir piyasa modeli, bir büyüme modeli geliştirsin. Ne yapılabilir diye düşünsün.
Hocam bize zaman ayırdığınız ve içten cevaplarınız için teşekkür ederiz.
Rica ederim. Ben teşekkür ederim, çocuklar.
Comentarios