20.02.2012 - Gayrettepe
Arama Kurtarma Derneği (AKUT kurucu üyesi ve başkanı), Ulusal Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Derneği (UGSAD), Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi, Sualtı Araştırmaları Derneği (SAD), Gezginler Kulübü üyesi ve Ortak İdealler Derneği kurucu üyesi “Nasuh Mahruki” ile Gayrettepe AKUT Genel Merkezinde görüştük. Profesyonel sporcu, yazar ve fotoğrafçı olan Mahruki ile dağcılık, mağaracılık, dalgıçlık, motor sporları yanı sıra sosyo-kültürel konular üzerine konuştuk.
Size çokça sorulan bir soru ile başlamak istiyoruz. İsminizin anlamı, “Mahruki” nedir?
“Mahruki” “ateşte yanmış” veya “yanarak ölen” anlamına geliyor. Benim büyük dedemin, büyük babasını,n babası II.Mahmut döneminde 1820’lerde Osmanlı İmparatorluğu’nun Kaptan-ı Derya’sı. O dönemler, Osmanlı’nın içerisindeki etnik unsurların ayaklanmaya başladığı dönemler. 1821’de sakız isyanı başlıyor. O güne kadar orada öyle bir sorun yokken Rum vatandaşlar bir anda ayaklanıp Müslüman halkı katletmeye başlıyorlar. Büyük dedem II.Mahmut tarafından isyanı bastırmakla görevlendiriliyor. Donanma ile gidip isyanı bastırıyor. İsyan bastırılıp işler yoluna koyulup donanma limana demirledikten sonra amiral gemisine yanan kayıklarla bir gece saldırısı düzenleniyor. Ve benim büyük dedem gemide yanarak şehit oluyor. “Mahruki” buradan geliyor. “Ateşte yanmış” anlamına geliyor. Bizim aile adımız da bu olaydan sonra “Mahrukizade” oluyor. Soyadı kanunu çıktıktan sonra da “zade” si atılıyor, “Mahruki” oluyor.
Sizi biz daha çok dağcılıkla tanıdık, bu ilgi nasıl başladı?
Bilkent’te okurken panolarda basit bir A4 kağıdında bir ilan gördüm. “Dağcılık kulübü kuruluyor” diyordu. İlgimi çekti. Bende adımı yazdırayım ve ilk toplantıya katılayım dedim. Dağcılık nasıl bir şey? Üniversitelerde çok güzel imkanlar var. Üniversiteler, aktiviteler, sosyal gruplar var. Bende bir taraftan öğrencilik yaparken diğer taraftan Üniversitenin sunduğu imkanlardan faydalanmak istedim. Dağcılık çok cazip geldi bana ve ilk toplantılarına katıldım. Çok etkilendim Rahmetli Recep ÇATAK’ la yine bizim okulda yarı zamanlı öğretim görevlisi Ertan ERCAN adında bir hoca vardı. Bu ikisi başlattılar dağcılığı. Ve o toplantıda çok güzel fotoğraflar izlettiler bize. Türkiye’nin çeşitli dağlarından fotoğraflar gösterdiler ve çok güzel anlattılar. Allah rahmet eylesin Recep ÇATAK Türkiye’nin çok iyi yetişmiş dağcılarından biriydi. O heyecanı, o coşkuyu, o tutkuyu fotoğraf gösterisinde verdi bize. Sanıyorum on altı kişiydik o günlerde. Hemen başladık teorik eğitimlere. Bildiğiniz masa başında haftalarca eğitim yaptık. Haftalarca ders çalıştık bu konuya ilişkin. Sonrasında pratik çalışmalar derken dağcılığa başladık.
Bildiğimiz kadarıyla fotoğrafçılıkla da ilgileniyorsunuz. Fotoğrafçılık ta aynı süreçte mi başladı yoksa daha sonra mı ortaya çıktı.
Dağcılığa başladıktan bir yıl sonra fotoğraf çekmeye başladım. Dağcılıkla birlikte mağaracılığa başladım. İlk yıllar baya mağaracılık yaptım. Ondan sonra aletli dalış, yamaç paraşütü falan yaptım. Anlayacağınız kamplar mamplar falan derken, ha bire bir yerlere gidiyoruz. Ilgaz’a gidiyoruz, Bolu Dağlarına gidiyoruz, Kaçkarlar’a gidiyoruz. O kadar güzel yerler ki ben dönünce okulda, sınıfta, yurtta “şöyle güzel, böyle güzel” diye herkese anlatıyorum. Sonra kendi kendime dedim ki: “Ben çok güzel yerlere gidiyorum. Bunları belgelemek lazım. Fotoğraf çekip paylaşmak lazım, anlatmakla olmuyor.” Bir sene sonra da çekmeye başladım. Nikon FG-20 marka, çok dayanıklı, çok sağlam, basit manuel bir makine aldım ve tepe tepe kullandım. Mağaralara soktum, dağların zirvesine çıkardım, bana mısın demedi. Sonrasında profesyonel fotoğrafçılığa kadar gitti. Çeke çeke öğrendim yani eğitimini falan almadım.
Türkiye’deki dağcılık parkurları ile ilgili bize bilgi verebilir misiniz?
Türkiye çok dağlık bir ülke. Batıdan doğuya doğru gidildikçe hem daha dağlık hale geliyor hem de yükseliyor. Ama Türkiye’nin en yüksek dağı Ağrı Dağı 5137 metre. Bir tane beş bin metreden yüksek dağımız var. Onun dışında Kaçkarlar çok güzeldir. Kendine özgü bir doğası ve coğrafyası vardır. Aladağlar daha kuraktır ama onunda kendine özgü bir güzelliği vardır. Bolkar Dağları, Hasan Dağı, Erciyes dağı gibi tek volkanik dağlar var. Cilolar gibi güneydoğuda da güzel dağlarımız var.
Dağcılık eğitimi nasıl alınır? Dağcılık için bir yaş sınırı var mıdır? Pahalı bir spor mudur?
Dağcılıkla ilgili en güzel eğitim bence üniversite kulüplerinde. Çünkü dağcılıkla ilgili 30-40 yıllık köklü dağcılık kulüpleri var ülkemizde. Köklü, oturmuş; hem malzemesiyle, hem eğitim sistemiyle, çok deneyimli öğrencileriyle, çok iyi çalışan modeller var. Bende sonuçta üniversite kulübünde başladım. Tunç FINDIKOĞLU, Türkiye’nin Everest’e tırmanan ikinci dağcısı, o da üniversite kulübünden. ODTÜ’lüler 10 kişi Everest’e çıktılar. Onlar da üniversite kulübünden yetiştiler. Dağcılık Federasyonu var. Ama dağcılık Federasyonu ile ilgili çok büyük problemler var. Üniversite kulüpleri veya özel kulüplerle federasyonun dağcılık anlayışı arasında oldukça büyük farklar ve sorunlar var.
Peki, dağcılığa başlama için bir yaş sınırı var mıdır?
Everest’ e çıkan en geç dağcı 14 yaşında falan çıkmış. En yaşlısı da 70 yaşlarında. Çok geniş bir aralık var. Bu kişinin ne kadar spor yaptığı ne kadar disiplinli olduğu ve kendini o spora ne kadar adadığı ile ilgili bir durumdur.
Sigara içen biri çıkabilir mi sizce?
Tabii ki çıkabilir. Ama sigara içmese çok daha rahat çıkar.
Pahalı bir spor mu dur? Ne tür malzemeler kullanılır.
Dağcılık Üniversite kulüplerinde veya dışarıda özel kulüplerde yapılabilir. Pahalı mı derken, doğaya çıkan herkesin belli başlı kişisel malzemelere sahip olması lazım. İyi bir bot, iyi bir mont (goretex olabilir veya kaz tüyü olabilir), sırt çantası, uyku tulumu gibi kişisel olarak sahip olması gereken şeyler var. Bir de, ortak kullanım malzemeleri vardır: çadır gibi veya ip gibi teknik malzemeler. Bunları o kulüplerden sağlamak mümkün. Ama ilk başlangıçta üniversite kulüpleri uyku tulumu bile veriyor. Ama biraz ilerletip de biz bu spora devam ediyoruz diyen kişilerin, bir şekilde kaynağını organize edip şahsi malzemelerini satın alması lazım. Türkiye’deki dağların büyük çoğunluğu yürüyerek zirvesine ulaşılabilen dağlardır. Yazın Ağrı Dağı’nın da, Aladağlar’ın da, Erciyes’in de yürüyerek zirvesine varabilirsiniz. İyi koşullarda. Ama bu dağların birde kış tırmanışları vardır ki daha zorlu ve tehlikelidir. Özen göstermek gerekir. Birde değişik rotaları vardır. Kuzey duvarları, doğu duvarı gibi teknik rotalar vardır. Yürüyerek de zirvesine ulaşabilirsin aynı dağın kuzey duvarından çok teknik bir tırmanış da yapabilirsin. Uzmanlaştıkça, dağcılık sporunda yetkinleştikçe ekipmanda değişiyor. Tabi uzmanlaştıkça daha pahalı daha kaliteli ekipman ve malzemeye ihtiyaç duyuluyor. Yüksek dağlara yedi binlik, sekiz binlik dağlara gitmek istiyorsak o zaman çok daha özel malzemeler kullanmak gerekir. Tabii ki o malzemeler de oldukça pahalı.
Kar Leoparı unvanını alış süreciniz ve 7 zirvelere çıkışınız nasıl oldu? Everest’e tırmanan ilk Türk ve ilk Müslüman olma onuruna da sahipsiniz. Bu süreçlerden biraz bahseder misiniz?
Yirmi yaşında Bilkent Üniversitesi’nde dağcılığa başladım. 24 yaşında da üniversiteden mezun oldum. Mezun olduğum dönemde benim tek hayalim, sekiz bin metrenin üzerinde tırmanış yapan Türkiye’nin ilk dağcısı olmaktı. Neredeyse kafayı bu işe taktım diyebilirim. Bu ülkede ilk defa sekiz binin üzerine ben çıkacağım diye. Çünkü benden önce böyle bir hedef yoktu Türkiye’de. Üniversite’den mezun olacağım sene bizim okula Leningrad Üniversitesi’nden misafir bir matematik hocası geldi. Profesör Dimitry Korotkin. Dağcılık yapıyormuş o da kendi ülkesinde. Bende bizim kulübün başkanıyım. Tanıştık sonuçta çok da iyi anlaştık. Ve onun arkadaşlarının benim mezun olduğum yılın yazında Khan-Tengri dağında tırmanışı olduğunu öğrendim. Tienşan Dağlarındaki yedi binliklerden biri. Bunu öğrendiğimde olur mu acaba, gidebilir miyim diye düşündüm. Çünkü Türkiye’de o zaman çıktığım en yüksek dağın biri Erciyes, biri Kaçkar. İkisi de dört binden alçak. Yedi bin on metreden bahsediyoruz. Yani bir anda üç bin metreden fazla bir irtifaya çıkıyorsunuz. Altı bin ile sekiz bin arasında çok fark fardır. “Biz de katılabilir miyiz?” diye sorduğumuzda beş yüz dolar olduğunu söyledi. Beş yüz dolar büyük para değil ama, 1992’den, yirmi yıl öncesinden bahsediyorum. O dönemde Sovyetler yeni dağılmış, çok ekonomik, bedava gibiydi her şey. Beş yüz dolara o tırmanışa katıldım. O dönemde ben bu haberi arkadaşlarıma da yaydım. Yani Khan-Tengri Dağı’ nda tırmanış yapma fırsatı yakalamışım. Rus arkadaşlar edinmişim. Nerden bulacaksın böyle bir imkanı? Kimler gelmek ister diye paylaştım arkadaşlarla. Herkes çok heyecanlandı. 7-8 kişi gelmek istedi. Ama ben uçağa yalnız bindim.
Peki, sonra ne oldu?
Ben ilk günden gözümü karartmışım. “Ben gideceğim bu tırmanışı yapacağım” diye. Koca iki tane sırt çantası. Nerden baksan elli kilo. Ne götüreceğimi de bilmiyorum. Anorak ödünç, kazmam ödünç, dağ ayakkabım ödünç. Her şeyim ödünç. Her şeyi oradan buradan topladım. Yoktu öyle bir malzeme çünkü. Neyse indik, havaalanında buluşamadım ekiple. Bir kelime Rusça bilmediğim gibi, bölgedeki kimse de bir kelime İngilizce bilmiyor. Ben havaalanında elli küsur kilo çanta ile sap gibi kaldım. Nereye gideceğim? Tuvalete gitmek için çantaları bırakmak bile ayrı mesele yani. Havaalanında o geceyi yalnız geçirdim. Ne yapacağımı bilmiyorum. Adamlar yok ortada. Kimseye ulaşamıyorum. Havaalanında oturup hüngür hüngür ağlamıştım o gece. Ne yapacağım ben burada diye. Neyse bir gün sonra geldiler. Mesele çözüldü. Ondan sonra o tırmanışı yaptık. Çok keyif aldım o tırmanıştan. Hatta Terky Alatov diye bir başka bölgede Kırgızistan’da, orda bir ay onların eğitim kampına katıldım. Bir sürü tırmanış yaptım o eğitimde. Ve süper disiplinli bir modelleri vardı. Çok etkilendim.
Bildiğimiz kadarıyla Dünya dağcılığında Rus ve Polonya ekolü çok iyi bir yerde galiba.
Çok iyiler gerçekten.
Kar leoparı unvanını bu süreçten sonra mı aldınız?
İşte o Khan-Tengri tırmanışından sonra yeni bir fırsat çıktı. İşte burada kar leoparı diye bir unvan var. Beş tane yedi binlik dağa tırmanan dağcılara veriliyor. Bir tanesine çıktık zaten. Olur mu olmaz mı derken, tamam dedim ben buna devam edeceğim. Önce bir yedi binliklerde kendimi yetiştireyim. Derdim sekiz binlik ya. 1993’te tekrar gittim. 1994’te üç yedi binlik birden tırmandım. Askerdim ben 1993-94’te. Hatta 1995’te sekiz bine gideceğim diye askerlik görevine de kısa dönem yazdırdım kendimi. Babamla da konuştuk. Ben kısa dönem istiyorum dedim. 1995’te sekiz binliğe gideceğim. O yüzden mecburum yani bu yaz askerliği bitirmem lazım. Askere gittim altı ay diye, askerlik dokuz aya uzadı. Ben bir anda bittim, çünkü bütün senaryom dağıldı. Ben sırf o tırmanış için kısa dönem askere gitmiştim ve ben askerdeyken dokuz aya uzadı. Dokuz aya uzaması sekiz binlik projemin iptal olması anlamına geliyor. Çünkü antrenmanlara yetiştiremiyorum. Bunun üzerine Genelkurmay Başkanlığı ile yazıştık. Ve özel izinle antrenman izni aldım. Ve üç tane yedi binliğe özel izinle çıktım. Ondan sonra “kar leoparı” oldum. Müthiş özgüvenim yerine geldi. Yirmi altı yaşındaydım o zaman.
En genç olanlardan biriydiniz. Sanırım sonrasında Everest’e tırmanış gerçekleşti.
Orda, yine hayat çok güzel fırsatlar çıkarıyor insanın karşısına. Yedi binler tırmanışı sırasında beş yedi binliğin üçüncü ve dördüncü tırmanışlarını yaparken bölgede bir İngiliz ekip vardı. Onlar da tırmanışa gelmişler. Ben onlarla çok iyi anlaştım. Ve seneye Everest’e gideceklerini öğrendim. Gökte ararken ayağıma geldi fırsat. Yoksa nerden bulacağım organize edeceğim, Everest’e çıkacağım. Şimdi onlarla anlaştık, ama proje altmış bin dolar. İyi para. Bir tane daha tırmanmam gereken dağ var “Kar leoparı” olmak için. Dördünü tamamladım ama esas zor olan, bela olan Pobeda. Zirvesine ulaşan her altı dağcıdan birinin öldüğü bir yer. Çok tehlikeli, dünyanın en kuzeyindeki yedi binlik dağ.
Hayat şartları da çok zor olmalı.
Çok tehlikeli. Yani bir zirve sırtı yedi binde doksan tane ceset var üzerinde. O kadar adam ölmüş orada. Dedim ki onlara “ben buradan Pobeda’ ya gideceğim”. Pamirler’deyim Tienşan’a gideceğim, bin küsur kilometre yol. Sersefil araçlarla tek başıma. Tienşan Dağları’nın ana kampına gittim. Helikopterle gidiliyor. On altı gün falan kaldım dağda o tırmanış için. Tabi iki yedi binliğe tırmanıp geldiğim için süper formdaydım. Yani çok süratliydim dağda, ki ben zaten süratli bir dağcıyım. O dönemde performansımın doruğundayım. Fakat o ekip benim tempoma ayak uyduramadı. Ben çok hızlı gittiğim için. Onlar o kadar tempolu değiller. Malzemeleri de bölüşmüş taşıyoruz. Ben hedefe geliyorum adamlar geride, onları beklerken donuyorum. Neyse onun üzerine dedim ki “Ben kendi kendime gideyim. Çünkü bu iş böyle olmayacak”. Ve ben ondan sonrasını solo devam ettim. Ve o sezonda o dağın çok hızlı tırmanışlarından birini yaptım. Hatta zirveye çıktım geri geldim. Ana kampa indim. Herkes tebrik etmeye geldi. Pobeda’ya çıkmak büyük olay. Hem de solo tırmanmak. Ne kadar zamanda çıktığımı sordular. Nasıldı, diye anlattırdılar merakla. Bir zirve sırtı var dört kilometrelik o zirve sırtını bir saat 25 dakikada geçtim. Zirvenin tamamını da 4 saat 10 dakikada yaptım. Ve o zaman o kadar inanamadılar ki kağıda yazdırdılar. O kağıdı birbirlerine gösterdiler. Neyse ben “kar leoparı” oldum artık. Ayrılacağız, döneceğim Türkiye’ye. Bir hesabı var tabi bu işin. On altı gün kaldık, yedik içtik. Masrafları ödemem lazım. Adamlar “yok, senin borcun” dediler. Bir kuruş para almadılar. “Helal olsun” dediler. Çünkü üç yıldır gidip geliyorum bölgeye “kar leoparı” olabilmek için. Adamlarda bunu çok takdir ettiler ve para almadılar benden.
Arkasından Everest tırmanışı gerçekleşti.
Evet. Bunu başarı ile tamamlayınca hemen İngilizler’e haber verdim. Bu tırmanışa niyetli olduğumu bildirdim. Ama para bulmam lazım. O da büyük mesele. Ruslarla tırmanırken beş yüz - altı yüz dolar gibi paralara tırmanabiliyorsun. Ama Everest altmış bin dolar. Büyük bir bütçe gerekli. Onun içinde amatör bir sponsorluk dosyası hazırladım. Zamanın Başbakanı Tansu Çiller dahil bir sürü yere yolladım. Başbakan, konu ile hiç ilgilenmedi. Hatta zirveye çıktım döndüm o zaman da ilgilenmedi. Sebebini hala merak ederim. Sonra Yapı Kredi ile anlaştık. Everest’ te çok başarılı geçti.
Sizde en çok iz bırakan, unutamadığınız bir tırmanışınız var mı?
K-2 dağı tırmanışı benim kariyerimin en önemli tırmanışıdır.
K-2’ye tırmanmak bir üst seviyeye çıkmak gibi bir şey herhalde, o tırmanışı bu kadar önemli kılan ne?
K-2’ye tırmandığımda, dünyada, hem Everest’e hem de K-2’ye tırmanmış yetmişinci dağcı olmuştum. Ve K-2’ye oksijen desteksiz tırmandım ki, hakikaten zor bir tırmanıştı.
Peki, bu kadar riskli bir sporla uğraşırken kendinizi nasıl motive ediyorsunuz?
Benim yirmiye yakın arkadaşım öldü dağlarda. Bir kısmı gözümün önünde öldü. Dağcılık riskli ve tehlikeli bir spordur. Yani Aladağlar’a gitmek bile tehlikeli olabilir. Uludağ bile riskli ve tehlikelidir. Dağcılık seyircisi, tribünü olmayan bir spor. Bu tür seyircisiz sporlarda iç motivasyon, kendi kendini motive edebilmek çok önemli. Bunun da iki tane sırrı var: Ya sevdiğin işi yapacaksın, ya da yaptığın işi seveceksin. Ben dağları ve dağcılığı o kadar çok sevdim ki, zorlukları hiç umursamadım. Bilakis o zorluklar insanın ruhunu besliyor.
Nietszche’nin “beni öldürmeyen şey kuvvetlendirir” sözünü hatırlattı bu yaklaşımınız.
Birazda öyle gerçekten. Her aştığın zorluk, elde ettiğin başarı, en başta özgüvenini ve özsaygını besliyor. Daha da önemlisi farkındalığını geliştiriyor. Diyorsun ki:”ben bu noktaya kadar gelebildim demek ki benim sınırlarım bundan daha ötede”
Biraz da hedeflerle ilgili bir durum. Hedef olmayınca insanın çabasını yönlendireceği bir nokta da olmuyor. Yine buradan hareketle “Herkes Everest’e tırmanamayabilir, ama herkesin tırmanabileceği bir Everest’i vardır.” sözünüzle neyi anlatmak istediniz?
Benim bütün insanlara vermeye çalıştığım mesaj hep kendileri olmaları yönünde. O yüzden “kendi Everest’inize tırmanın” dedim. Kendin gibi olmak. Ne olursan ol kendin gibi ol. Herkes gibi olursan sıradanlaşırsın. Kendin olursan değerli olursun. Özgün olursun. Bu özgünlüğü ile farklılığını ve değerini ortaya koyabilmeli. Ama şimdi bakıyorsunuz herkes birbirine benziyor. Aynı kıyafetleri giyiyor, aynı şeylerin peşinden gidiyor. Herkes giderek birbirine benziyor. Herkesin birbirine benzediği bir dünya renksiz, soluk, böyle nasıl desem, hareketsiz bir dünya olur. Ama herkesin kendine benzediği bir dünya rengarenk bir dünya olur. O yüzden herkes gibi değil, kendin gibi olmak lazım. Herkesin Everest’e tırmanması zaten mümkün değil. Hem mümkün değil, hem de lazım değil. Everest’i kariyer olarak diyelim ki koyduk önümüze, sadece kariyerinde başarılı olmak da yetmez. Sosyal hayatında, özel hayatında, hobilerinde, çocuklarınla olan ilişkilerinde de başarılı olacaksın.
“Zen Ve Motosiklet Bakım Sanatı” isimli kitap dağcıları “dağcılar hep kendilerine daha büyük hedefler koyarlar o zirveyi aşınca daha büyük bir zirve koyarlar ki daha kolay tırmanabilsinler. Fakat bütün zirveler bittiğinde hedefleri kalmadığı için yaşamak için amaçları kalmaz” şeklinde anlatır. Siz bu yargıya katılıyor musunuz?
Hayat çok boyutlu ve çok renkli. Ben dağcılıkta birçok şey yaptım ama. Kendimi sadece dağcı olarak tanımlamam doğru olmaz. Motosikletçi olarak da, Camel Trophy’de de çok güzel şeyler yapmaya çalıştım. AKUT’ ta da, yazdığım kitaplarda da her yaptığım şeyin en iyisini yapmaya çalıştım. Benim motivasyonum bu. Bunun da yaşadığım sürece biteceğini düşünmüyorum. Hep yeni hedeflerim olacak.
Türk dağcılığını, dünya dağcılığının neresinde görüyorsunuz?
Dünyanın kırk yıl gerisindeyiz. On altı yıldır Dağcılık Federasyonu Başkanı değişmedi. Bu zaman içerisinde daha da geriledik. O kırk yıl daha da fazlalaştı, ara daha fazla açıldı. Arayı kapatmak daha zor bir hale geldi. Çünkü on altı sene doğru dürüst bir şey yapılamadı. Mutlaka bir şeyler yapıldı. Mutlaka Anadolu’da birçok kulüp oluşmasını, birçok insanın dağcılıkla tanışmasını sağladı. Ama Türkiye’nin o ulusal dağcılık potansiyelini bir araya getirmedi. Getiremedi demiyorum, getirmedi. Yani getirmek istemedi. Kendi kitlesini yarattı, kendi kitlesi ile dağcılık yaptı. Mesela Milli Takım’a hiçbirimiz giremedik. Yani benim zaten niyetim yoktu ama. Dışarıda bir sürü başarılı dağcı var. Hiçbiri giremedi o listeye. Çünkü sadece dağcılık federasyonundan eğitim alanlar gidebilir gibisinden çok ilkel bir anlayışla yaklaşıldı olaya. Geçen yıl AKUT Antalya ekip lideri Yılmaz’la ben Everest’e çıktık. Yılmaz federasyonun Milli sporcu listesine bile giremedi. Federasyondan eğitim almadı diye. Yılmaz Türkiye’nin en güçlü dağcılarından biridir. Ama federasyondan eğitim almadı diye listeye giremiyor. Türkiye’de federasyonun yanlış uygulamalara rağmen acayip bir potansiyel var. Spor tırmanışında çok iyi gelişmeler var. Yüksek irtifada çok fazla sporcumuz yok. Ama Tunç Fındık çok başarılı mesela. Everest’e çıkan ikinci Türk oldu. Onun hedefi on dört sekiz binliği yapmak. Baya kuvvetli bir motivasyonla uğraşıyor. Ama yine de ortalamaya baktığımızda dünya dağcılığında çok gerilerdeyiz. Aslında çok daha iyi yerlerde olabilirdik.
İngiltere’de “crony capitalism” diye bir ifade vardır. Yani bir serbest piyasa kapitalizmi bir de crony capitalism, ahbap-çavuş kapitalizmi vardır. Sizin anlattığınız durum bize bunu hatırlattı.
Yapmayın ya. Gerçekten ilginç. Daha önce duymamıştım. Ama harika bir tanımlama. Olayı çok güzel ifade eden bir şey.
Mağaracılık ile dağcılık arasında ne tür farklar var?
Mağaracılık tabi özgün bir ortamda yaşanıyor. Bütün mağaralarda ısı sabittir, nem sabittir ve mutlak karanlık vardır. Hiçbir şekilde ışık girmez. Dağcılıkta şartlar ve ortam sürekli değişir. Ve dağcılık fiziksel olarak çok daha ağır bir spordur. Çünkü sırtında koca bir yük. Yukarıya doğru ha babam tırmanıyorsun. Mağaracılıkta öyle değil. Mağaracılıkta başladıktan sonra ya düz gidersin. Ya direkt aşağı inersin. Ya ip inişiyle başlarsın ya da yatay devam edersin. Su olabilir. Tabi mağara dalışı var. Ben mağara dalışı da yaptım. Çok çok teknik ve uzmanlık gerektiren bir şey. Çok tehlikeli çünkü. Dağcılıkla mağaracılığı kıyasladığımızda dağcılık çok daha fazla fiziksel efor gerektiren bir spordur. Mağaracılık da dağcılık gibi takım dinamikleriyle yapılan ve malzemeye çok bağımlı bir spor. Ve teknik bilgi beceriye dayalı bir spor. İkisinin de benzer tarafları var. Ama dağcılıkta daha iyi bir kondisyona ihtiyaç vardır. Mağaracılıkta öyle süper bir kondisyona gerek yoktur. Dalışta da öyle. Zaten suya girdiğin zaman ağırlık taşımıyorsun vücudunla. Nötrsün. Dağda sürekli her şeyi sen taşıdığın için çok ciddi fiziksel kondisyona gerek duyulur.
Türkiye sizi dağcılıktan ziyade AKUT’un çalışmaları ile tanıdı. AKUT’ un kuruluş felsefesini ve sürecini bize anlatabilir misiniz?
AKUT, bir avuç dağcı tarafından kurulan bir kurtarma ve yardım kuruluşu. Tamamen gönüllülük ve karşılıksız yardım ilkeleri ile çalışıyor. Kurulduğu günden bugüne böyle gidiyor. Biz AKUT’u kurmaya karar verdiğimizde 26 yaşındaydım. “Kar leoparı” unvanını aldım. Türkiye’ye döndüm. Takip eden bir iki ay içinde Bolkar Dağları’nda bir dağ kazası yaşandı. Yıldız Teknik Üniversitesinden iki dağcı kayboldu. Beş kişi gidiyorlar. Bir fırtınaya yakalanıyorlar. İkisi bir şekilde inip çadır buluyor, biri bir köye sığınıyor. İkisi kayıp. O zamanın bütün yetkin dağcıları bölgeye gittik. Altını üstüne getirdik bölgenin. Hatta aile helikopter kiraladı. Bizi dağların zirvesine bıraktı helikopter biz oradan aşağı doğru vadileri yamaçları tarayarak iniyoruz. Bulamadık çocukları. Birinin cesedi sekiz ay sonra bir çoban tarafından bulundu. Biri hala bulunamadı. Cenazesi ailesine teslim edilemedi. O olaydan sonra aralarında benim de bulunduğum bir grup dağcı oturduk bir toplantı yaptık. Gelecekle ilgili dağcılık ve doğa sporlarının geleceği ile ilgili ve bu kazalarla ilgili bir takım öngörülerde bulunduk. Ve orda karar verdik. Arama kurtarma takımı olan bir dernek kuralım dedik. Vakıf mı dernek mi derken dernekte karar kıldık. 1995 tamamen araştırma ve öğrenme ile geçti. Çünkü bu konuya girince öğrenmemiz gereken bir sürü şey var. Tamam iyi dağcılarız da, arama kurtarmadan bahsediyoruz. İyi dağcı olmak yetmiyormuş. O olayda onu öğrendik. Arama kurtarma başka bir şeymiş. Yani lojistiği, eğitimi, planlaması antrenmanı, insan kaynakları her şeyin başka tasarlanması gereken bir organizasyon. O konuları araştırırken Türkiye’nin doğal afetler riskini fark ettik. Türkiye ciddi bir risk altında. Birkaç on yılda bir ciddi zararlar veren büyük depremler yaşanıyor Türkiye’de. Yerle gök birbirine karışıyor. O zaman biz de bunu sadece dağcılıkla sınırlamayıp depremde, selde, doğal afetlerde gidelim vatana millete hizmet edelim dedik. Biz bunu zaten karşılıksız yapacağız. Nitekim 14 Mart 1996’da bu düşünceyle ve buna benzer cümlelerle AKUT’u kurduk. Bugün de aynı şekilde devam ediyoruz.
AKUT’u halkımızın hafızalarına kazıyan da Gölcük Depremindeki çalışmalarınız oldu zaten.
AKUT’u en ciddi olarak Türkiye gündemine taşıyan tabi 17 Ağustos Gölcük Depremi olmuştu. Ondan önce Adana-Ceyhan Depreminde de gündeme gelmiştik. Adana-Ceyhan Depreminde gösterdiğimiz yaralılıklardan sonra Bülent Ecevit Hükümeti Bakanlar Kurulu Kararı ile AKUT’a “kamu yararına çalışan dernek” statüsü verdi. O gün bu gündür arama kurtarma konusunda kamu yararına çalıştığı tescil edilen başka bir sivil toplum kuruşu yok. Tabi deprem çok ön planda ama AKUT’un bugüne dek katıldığı deprem sayısı otuz tane. Toplam operasyon sayımız ise bin yüz tane. Esas çok olay dağda, doğada meydana geliyor. Kırsalda meydana geliyor. Bir grup köylü mesela mantar toplamaya gidiyor. Bir tanesi geri dönmüyor. Bir aile çocuğu ile piknik yapmaya gidiyor. Çocuğu kayboluyor. Ne bileyim bir Alzheimer hastası evinden çıkıp bir yere gidiyor arazide kayboluyor. Ya da bir yamaç paraşütçüsü ya da dağcı kaza geçiriyor. Yürüyüşe giden bir grubun başına bir şey geliyor vs.vs. AKUT ABD’li ya da Avrupa’lı bir kuruluşun franchase’ı, şubesi değil. Safkan Anadolu’lu. Tamamen bu ülkenin insanlarına ait bir kuruluş. Tamamen bize ait.
AKUT olarak Gölcük Depreminde 239, toplamda 1451 kişinin hayatını kurtardınız. Hayat kurtarmak nasıl bir duygu? Gerçi bu soru da “mutluluğun resmin çizebilir misin” demek gibi oldu ama.
Tarif etmek mümkün değil. Bunu ancak yaşayan bilir. Çünkü hayat öyle bir şey ki, can bedenden çıktığı andan itibaren yapabileceğin hiçbir şey yok. Geri döndürmen mümkün değil. İnsana bir şey yapmak istiyorsan yaşarken yapacaksın. Yaşamını koruyacaksın. Yaşamdan daha değerli bir şey yok dünyada. Sonuçta hepimiz bu hayata bir şeyler yapmak için geliyoruz. Geldiğimizden daha iyi bir yerde gitmek için geliyoruz. Ölen birinin elinde bu fırsat kalmıyor. Bitti o ana kadar ne yaptı, ne öğrendi, ne deneyimledi orda kalıyor. Biz insanlara yeni bir hayat şansı veriyoruz aslında. O ölüm korkusunu yaşadıktan sonra insanların bir çoğu çok daha hayatları planlı organize, önemsiz şeyleri dert etmeyecek şekilde hareket ediyorlar. Farkındalığı da gelişiyor. Ben hep arkadaşlara söylerim biz şu kadar insanın hayatının kurtulmasına vesile olduk diye. Sadece kurtarılan insan sayısı olarak görmeyin bunu. Bunların aileleri var. Çolukları, çocukları, arkadaş çevreleri, dostlukları var. Biz o 1451 tane ailenin, arkadaşın da hayatlarının geri kalanında travma yaşamasını engellemiş oluyoruz. Çünkü ölen öldüğü ile kalıyor. Acıyı geride kalanlar yaşıyor. Bir evlat kaybetmek, bir dost kaybetmek, eşini kaybetmek Allah kimsenin başına vermesin ömür boyu sürecek bir acı. Bir daha asla aynı kişi olamazsınız. O kadar insanın o travmayı yaşamasını engelliyorsun. Ben bunun çok açık farkındayım ve bu beni çok mutlu ediyor. Bütün arkadaşlarıma da söylerim işin bu tarafını kaçırmayın diye.
Türkiye’nin şu anki sosyo-ekonomik durumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Yani nasıl gözlemliyorsunuz. Gerek eski dönemlerle kıyasladığımızda, gerek diğer ülkelerle kıyasladığımızda.
Ben Türkiye’yi hiç iyi görmüyorum. Çünkü çatışmacı bir anlayışla yönetiliyor. Bu çatışmacı anlayışın gideceği yer de çatışmadır. Başka bir yöne gitmesi mümkün değil. Türkiye’nin ekonomik büyüklüğüne baktığınızda dünyada on altıncı ekonomi olarak görüyoruz. Ama insani gelişimde, ülke sıralamalarına baktığımızda yüz seksen ülke arasında ortaların bile altında, ekonomik büyüklüğü ile doğru orantılı olmayan bir gelişmişlik sıralamasında. Bu tehlikeli bir fotoğraf, sürdürülebilir bir durum değil. Bugün tamam belki bir ekonomik hareketlilik görüyoruz ülkede ama, bunun topluma yansıması, toplumun insani gelişmişlik düzeyine yansıması ters orantılı, bu mutlaka ilerde bir sorun çıkaracak. Yani bir yerde duvara vuracağız. Çünkü ekonomik gelişmenin asıl ana kaynağı üretim olmalı. Üretim de eğitimli, bilinçli, duyarlı yurttaşın katkısı ile olabilecek bir şey. Türkiye’de bir ekonomik hareketlilik var. Ama bu eğitimden ve üretimden kaynaklanmıyor. Yurttaşların meydana getirdiği katma değerden kaynaklanmıyor. Bir rant ekonomisi var. Sürekli o özelleştirmeler, paralı askerlik vs. gibi şeyler rant ekonomisini destekliyor. En son Kuleli Askeri Lisesi, Haydarpaşa Garı da satılacakmış. Bu sürdürülebilir bir durum değil. Satacak bir şey kalmadığında ne olacak? O zaman gerçeklerle yüzleşecek Türkiye. İnşallah çok ağır bir bedel ödemek zorunda kalmayız.
Sizin için AKUT’ u kendi malı gibi görüyor şeklinde bazı eleştiriler yapılıyor. Bu konuda siz neler söyleyeceksiniz?
AKUT’un kurulduğu günden bugüne kadar bütün kritik ve stratejik kararların altında benim imzam vardı. Bizim yedi kişilik yönetim kurulumuz var. Yönetimdeki arkadaşlar zaman içerisinde değişiklik gösterdi. İlk kurduğumuz dönemden bugüne iki kişiyiz: Mehmet Tanrısever ve Ben. Binlerce insan geldi geçti buradan. Kim çalışırsa ben hep onlarla devam ettim. Ama ben buranın demirbaşı durumundayım. Dolayısıyla tabii ki, fikir olarak, düşünce olarak en çok benim etkim var. Bir taraftan hem kurucusuyum, hem yönetim kurulu başkanıyım. Dolayısıyla benim dünya görüşüm tabii ki AKUT’a da yansıyor. Sonuçta bir ekip liderinin etkisidir bu. Evet, böyle bir fiili durum var. Ama bu yanlış bir şey değil. Yirmi altı yaşımdan beri bu işin içinde ve başındayım. Başka nasıl olacak ki. İşin başkanı varken başkasına göre mi yönetilecek burası? İlk kurulduğundan bu yana bütün genel kurullarda ben her zaman şunu söyledim. Şu ekip benim ekibimdir. Herkes tek tek oylanır. Asla liste oylaması yapmayız. Bu güne kadar sekizinci bir aday çıkmadı. Çünkü herkes zaten buradaki sistemin çok mantıklı ve sağlıklı gittiğini görüyor. Zaten herkes memnun. Herkes ne yapabilirim? Sorusunu soruyor kendisine.
Bu söylentiler nereden çıktı o zaman?
1999 depreminden sonra iş çok karıştı. Çünkü akşam yattık, sabah kalktık, toplumun gözünde bin kat büyümüştük. Devletin bütün kurumlarının sınıfta kaldığı 17 Ağustos depreminde bir avuç AKUT gönüllüsü acayip işler başardı. 220 kişiyi kurtardık. Değirmendere’deki yardım kapında Türkiye’nin dört bir yanından, dünyadan gelen yardımların tasnif edilip depolanıp ihtiyaç sahiplerine dağıtılması işini bile biz koordine ettik. Ki, bizim lojistik konusunda eğitimimiz ve tecrübemiz yoktu. Ama o günlerde bu işi yapacak başka kimse yoktu Kızılay çok geriden geldi. Donanma Komutanlığı zaten çok ağır yara almıştı bir hafta sonra ayağa kalkabildi. O aradaki boşluğu biz doldurduk. Bu tabiî ki toplum tarafından çok takdir edildi. Bu kadar büyüyünce aramıza yeni insanlar girdi. Benim bu işe ilk olarak beraber girdiğim bazı dağcı arkadaşlar endişeye kapıldı. Onlar olaya şöyle bakıyorlar: “biz bu işi beraber kurduk ama, bir sürü yeni adam girdi içeri”. Ben de büyütmek istiyorum derneği. Toplumda böyle bir talep var. İnsanlar içimize girmek istiyorlar. Büyümezsek daha az olaya müdahale edebileceğiz. O zamanda daha az insan kurtaracağız. O sıralar aramızda bir eski-yeni sorunu çıkarmaya çalıştılar. Birlikte kurduğumuz arkadaşlar yenilere kök söktürmeye başladılar. Ben buna müsaade etmedim. Orada üç arkadaşla çatışma yaşadık. Sonra bu arkadaşların burada ortalığı karıştırma şansı kalmayınca medyaya gittiler ve çok çirkin bir oyun oynadılar. Dernekten istifa ettiler. İstifalarını bütün dağcılık listelerine e-posta ile yolladılar. O dönemde çok popüleriz. Medyanın bize vurmak için fırsat aradığı bir dönem. Medya bunu çok güzel malzeme yaptı.
Sosyal medyayı izlerseniz gerçekten bu söylediğinizi orada da görüyorsunuz.
Evet. 2000,2001,2002 yılları hayatımın en zor dönemiydi.
Diğer bir önemli konu yaptığınız faaliyetlerde finansman sorununu nasıl çözüyorsunuz?
Bağışlar, sponsorlar ve AKUT’un yaptığı bir takım işlerle. 1999 depremi dahil bütün masrafları biz kendimiz karşılıyorduk. Ki 1999 depremi bizim otuz dördüncü arama kurtarma çalışmamızdı. Masrafları kendi aramızda bölüşüyorduk. Kendi arabamızla gidiyorduk olay yerine. Bugün çok farklı bir yerdeyiz. Destekler ve bağışlar alabiliyoruz. Devletten bir kuruş para almadık bu güne dek. Mesela gelir getirmesi için yüksek binaların camlarını siliyoruz. Alışveriş merkezlerinde çok yüksek alanlarda yapılması gereken işleri yaparak para elde ediyoruz. Fabrikalara, kurumlara arama kurtarma eğitimleri, acil durum yönetimi eğitimleri veriyoruz. Sistemler kuruyoruz. Danışmanlık yapıyoruz. Başka türlü olmaz çünkü.
Birde, neredeyse dünyanın her yerine gitmişsiniz. Bu dağların zirvelerinden, okyanusların mağaraların diplerinden hatıra olarak bir şeyler alır mısınız, böyle bir alışkanlığınız var mıdır?
Tabii ki. Benim bilgisayarımın önünde iki taş var. Biri dünyanın zirvesinden, diğeri yeryüzünün dibinden alınmış. Evimin her tarafı bu tür hatıra eşyalarla doludur. Hatta ben o şeyi almadan evimde yerini bile hazırlarım, aldığım anda onun yeri zaten çoktan bellidir. Evimi görseniz ne demek istediğimi anlarsınız.
Son olarak dağcılığa başlayanlara ne tavsiye edersiniz?
Dağcılığın en önemli özelliği riskli ve tehlikeli bir spordur. Bu sporu yaparken yaralanabilirsin, sakatlanabilirsin hatta daha kötüsü de olabilir. Bunu kimse aklından çıkarmasın bir kere. Bu iş masa tenisi gibi değil. Burada en küçük bir hatanın bedeli çok ağır olabilir. O yüzden eğitimini, antrenmanını, planlamanı, lojistiğini, rota ve hatta ekip seçimini çok doğru yapmak gerekir. Adım adım yeteneklerimizi geliştire geliştire hedefleri büyütmek gerekir. O yüzden çok sistemli, çok dikkatli ve çok disiplinli bir şekilde ilerlemek gerektiğini söyleyebilirim.
Zaman ayırdığınız için teşekkür eder çalışmalarınızda başarılar dileriz.
Bende sizlere teşekkür ederim.
Comments