31.12.2011 - Taksim
Keyifli yorumları ve sıra dışı bakış açısıyla tüm sporseverlerin beğenisini kazanan Ali Ece ile Taksim’de buluştuk. Şahsına münhasır tarzıyla ön plana çıkan Ali Ece, futbol yazarlığı ve yorumculuğunun yanı sıra müzik ve edebiyat alanında da adından söz ettiriyor. Kendisi bize kişisel tarihi ile birlikte sanat ve düşünce hayatıyla süslediği kısa bir futbol tarihi brifingi verdi.
Öncelikle zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? Ekranlarda gördüğümüz spor yorumcusu Ali Ece normal hayatında nasıl biridir. Nasıl yaşar, ne yer, ne içer, ne giyer, nereler de gezer, sevgilisine ne hediye alır, onu keyiflendiren, kızdıran şeyler nelerdir?
Öncelikle bana yer ve zaman ayırdığınız için ben teşekkür ederim. Ben ekranda nasılsam dışarıda da öyleyim. Hatta daha önce program yaptığım Lig TV’den ayrılma sebeplerimden birisi de “Ali yayında, televizyonda normal hayatındaki gibi konuşma” denmesidir. Benim için metrobüste TRT spor’a yayına giderken konuştuğum, sohbet ettiğim insanlar da beraber program yaptığım Levent Özçelik, Yusuf Kenan Çalık, Bağış Erten, Mustafa Sapmaz gibi insanlar. Zaten onlar da ekranda ne iseler program bitince de aynı kişiler.
Bütün sülale aynı apartmanda oturuyoruz ancak sadece ben ve kardeşim kiracıyız! Bundan da asla gocunmam çünkü halkın %80’i kiracı zaten. Gerçekten halkçıysan halk gibi yaşarsın, paylaşırsın. Ben de elimden geldiği kadar her şeyimi paylaşırım. Neyim var derseniz bir sürü formam vardı ama son 2 yılda Lig Radyo’daki Total Futbol programımda formaların yarısından fazlasını dinleyicilere hediye ettim. Üç gitarım, bir kısa sap bağlamam, bir basgitarım, bir de bir sürü kitabım var. Çoğu rahmetli dedemden kalan Varlık Yayınları ve uzun bir süre çalıştığım YKY kitapları.
Mahallemi çok severim. Fenerbahçeli manav, Beşiktaşlı tekel, Galatasaraylı taksici abi, Rizeli market, Trabzonlu kuruyemişçi her gün mutlaka hepsine uğrarım. Halen mahallenin çocuklarıyla arka bahçede, ortaokulun bahçesinde maç yaparım. Geçenlerde yine ayakkabı patlattım maç yapacağım diye annem hiç şaşırmadı. Sevgilim, eşim zaten. Eşten dolayı çok şanslıyım. Eşim Senem Hanım da futbol delisi. Programlarda, yazılarda bana çok yardım eder, sağ olsun. Cumartesi 1’den itibaren bizim evde hayat durur, sadece maç izlenir. İngiltere Ligi, İspanya La Liga, son zamanlarda çok sevmeye başladığım Almanya Bundesliga, bizim lig tabii ve İskoçya’da Glasgow Celtic’in maçları. Celtic’in maçlarını daha çok genç arkadaşların, kardeşlerin internetten bulup benimle paylaştığı linklerden izlerim. Link kardeşliği güzel şey!
İki albüm çıkardığımız müzik grubumuz Dinar Bandosu ile provalar yapar, konserler veririz. Eskiden şarkıları daha çok tek başıma yazardım ama şimdi kolektif yazıyoruz, daha güzel çok daha zevkli oluyor. Grubum Dinar Bandosu’nu çok severim zaten futbolla beraber hayatımın en önemli kısmı müzikle geçer. The Beatles, 1962-1973 arası Rolling Stones, The Who, Small Faces, The Doors, Jefferson Airplane, Love, Led Zeppelin, Pink Floyd (özellikle Syd Barrett dönemi) 1960’lardan en sevdiğim gruplardır. Türk müziğinden en çok 1970’lerde Erkin Koray, Cem Karaca, Moğollar, Barış Manço ve Kurtalan Ekspres, Çığrışım ile Selda Bağcan’ı severim. 90’lardan itibaren yayılan Türkçe popu hiç sevmem. O yüzden sürekli walkman ya da mp3 player ile dolaşırım. Mp3’ümün pili bittiğinde Kadıköy-Taksim hattı dolmuşunda şoför emekçisi abi ısrarla üst üste 5 tane Serdar Ortaç dinleyince Üsküdar’da inip Göztepe’deki evime yürüyerek gitmiştim. Bugün olsa yine aynı şeyi yaparım!
1970’ler müziğinden ise dünyada en çok The Clash’i severim. Punk gruplarının çoğunu çok severim. Siyah müzikleri de iyidir, güzeldir, Funkadelic, Parliament, James Brown gibi siyah funk müziğinin hastasıyım. Post-punk, indie tarzlarının da hastasıyım. Ayhan Sicimoğlu tonunda hastasıyım hem de. Jesus and Mary Chain, Joy Divison, Stone Roses, Echo and The Bunnymen (1979-1985 arası), The House of Love favori müziklerimdir. Çağdaş gruplardan en çok sevdiklerim ise The Vaccines, Kasabian (Premier Lig’in resmi marşı “Fire”ı söyleyen gruptur kendileri, Türkiye kökenli bir Ermeni vatandaştan adlarını almışlar, hasta Leicester City’li bir grup, Gary Lineker de Leicester City’dir) ve Arctic Monkeys.
Bütün gün ya futbol programları için hanımın da yardımıyla çalışır ya da bağlama ve gitar çalar, kitap okurum. Yıllardır kendime bir sitar almak istiyorum. Gitar, bağlama ve sitar kardeştir, bölenler kalleştir! Hanım sırf bana bir sitar almak için neredeyse Hindistan Konsolosluğu’nda işe girecekti! Okumayı en sevdiğim edebiyatçılar Ahmet Hamdi Tanpınar, Can Yücel, Ece Ayhan, Yusuf Atılgan, Dostoyevski, Tolstoy, Albert Camus, Rimbaud, Baudelaire, Bruno Schulz, Puşkin, Sartre, “Otomatik Portakal”ın yazarı Anthony Burgess. Zeki Demirkubuz abinin her filminin her anının fanatiğiyim. Zeki Demirkubuz abi insan olarak da filmleri kadar harika bir ruhtur! 70’ler Türk sineması benim için çok ayrıdır bir de… Şener Şen, Kemal Sunal, Münir Özkul, Tarık Akan, Halit Akçatepe, Dinçer Çekmez (O kadarrrr!), Adile Naşit, Selim Naşit, Demet Akbağ, Haluk Bilginer, Erdal Beşikçioğlu, Ali Akay favori oyuncularım.
Hanımın yaptığı süper İzmir yemekleri dışında en çok Göztepe sabit pazarındaki Pelikan Balıkçılık’ta yemek yemeyi severim. Tabii balık, hava, su en güzel İzmir’de. Uzun süre futbol yorumculuğu yapmayı planlamıyorum. İzmir’de hayatımı azami yaşamama yetecek bir iş bulduğum an dünyanın en güzel şehri olan İzmir’e, en güzel ilçesi Karşıyaka’ya taşınmak istiyorum. Önemli olan uzun yaşamak, çok para kazanmak değil bence! Önemli olan hayatın her anını özgürce dilediğin gibi sana uyan yerde yaşamak. Askerlik dönemi vs derken Türkiye’nin 3-4 şehri hariç her yerine gittim. Açık ara favorim İzmir. Zaten kavga etmediğim tek şehir de İzmir!
Hanımın yaptığı çay ve bizim mahalledeki Murat Kebap’ın 12’de çıkan çayını içtim mi dünyanın en mutlu insanı olurum. İçecek demişken, bana ta İrlanda’nın başkenti Dublin’den Guiness yollayan radyo dinleyicim Kürşat kardeşime bin kez daha teşekkürlerimi sunmak isterim.
Genellikle ya sevdiğim futbolcuların ya da müzik gruplarının tişörtlerini giyerim. Programlara da öyle çıkarım. Halen bana “küpeleri çıkar, kulüp yöneticilerini eleştirme, bandı çıkar en kral yorumcu olursun” diyen sözde duayenlere acı acı gülüyorum. Çok zavallılar! Bir şey yaparsın ama kendinden taviz vermeden yaparsın; tutarsa tutar, tutmazsa rahman gitsin! İnsan popüler olmak için kendisinden taviz verir mi ya? Aklım almıyor, vicdanıma hiç sığmıyor! Socrates bandını artık inadına takıyorum o “Kafandaki bandı çıkar en kral yorumcu yaparım seni” diyen çakma duayene sevgilerimle! Dışarıda ne giyersem programda da onu giyerim. Ben zaten lisede bile ceket pantolon kravat saçmalığına karşıydım, şimdi iki kere karşıyım. İlkokulda mıyız ki futbol yorumlarken öyle yalandan kravat ceket! Saçmalık tek kelimeyle! İsteyen istediğini giysin tabii ki beni ilgilendirmez ama kimse başkasına gidip “Şunu giy takım elbise kravat vs” diye dayatmasın, çok saçma! TRTspor’dan ilk teklif aldığımda “Yalnız ben kravat falan asla takmam” demiştim. TRTspor koordinatörü Ersin Küçükbarak “Ali bey isterseniz kafanıza tüy takın biz kıyafetlerinizi değil içindeki adamı, futbol zihninizi transfer etmek istiyoruz” demişti. O gün bugündür TRTspor’dayım çünkü bugüne kadar oradaki kimse gelip de diğer kanallardaki gibi “Onu giy bunu deme” yapmadı bana, sağ olsunlar. Che rozetiyle bile çıktım, kimse tek laf etmedi. Yani aynen devam!
Hanıma genellikle hediye etmek için Metin Oktay atkısı, sahaftan Prekazi fotosu, Barcelona eşofman üstü falan alırım, dünyalar onun olur. Buradan bir kez daha böyle bir kız yetiştiren Nurcan kayınvalidem ve Emin kayınbabama çok teşekkür ederim. Çölde vaha gibi eşim vallahi! Yoksa ben asla evlenmemeye yemin etmiştim!
Beni en çok keyiflendiren şeyler Beşiktaş’ta altyapı-özkaynak düzeninden Necip, Muhammed gibi oyuncuların yetişip gönül verdiğim takımın formasını giymesidir. Serpil Hamdi Tüzün ve Mustafa Denizli ile futbol ve hayat üzerine konuşmaktır. Bir de en yeni kuşak futbol blogcuları, yazarları, yorumcularıyla konuşmak, yalnız hissetmemek çok güzel bir şey. Bu aralar böbreklerimdeki hastalıktan dolayı kondisyonum 0 olduğu için sadece mahalledeki çocuklarla ortaokulun bahçesinde ve evde eşim ve arkadaşlarımla futbol oynayabiliyorum. Tabii bir de Championship Manager, Football Manager ve FIFA 12’nin hastasıyım. Championship Manager ve Football Manager’da çalıştırdığım takımı şampiyon yaptığımda dünyanın en mutlu insanı oluveririm. Bir gece Beşiktaş’ı çalıştırırken Şampiyonlar Ligi’ni kazandık, eşim Senem hanımı uyandırıp ona gösterdim mutluluğumu paylaştım, sağolsun hiç kızmadı!
Peki, ne zaman kızarım? İtham, yalan dolan delirtir beni. Aslında bu ülkede beni delirten çok şey var. Ancak yüzüme söyleyemediğini arkamdan itham eden, iftira atanı hemen bulur, Cantona’nın Crystal Palace hooliganı faşiste Selhurst Park’ta yaptığından yaparım! Fiziksel gücüm yetmezse de en azından denerim içimde kalmaz. Genelde yeter ama, küçükken kekemeliğim geçsin diye beni karate kursuna veren dedem sağolsun!
Bu futbol aşkı sizde ne zaman ve nasıl başladı?
Futbol aşkım en iyi arkadaşım rahmetli dedemle konuşmaya başladığım anda başladı. Daha doğrusu ben hayatımın ilk 19 yılında kekeme olmama rağmen benle sabırla konuşma inceliğini gösteren dedemle paylaşarak başladı. Milat 1982 yılı, Beşiktaş’ın 15 yıl sonra gelen ilk şampiyonluğu ve izlediğim ilk Dünya Kupası!
Sizler gibi ben de büyüyünce hep futbolcu olacağımı düşünürdüm... Mahallede herkes Maradona, Zico olmak için yarışırken ben kafadan Socrates’tim çocuk aklımla...
Hatta Euro 96’da benden sadece bir gün sonra doğan Phil Neville, abisi Gary Neville’ın yerine oyuna girene kadar da hep futbolcu olacağıma inanmıştım... İşin aslı hiçbir zaman gerçekten büyümedim ki futbolcu olayım! Geçenlerde mahallede, 2011 yılında benim 1984’te olduğum yaştaki çocuklarla futbol oynarken cep telefonum yani “Ooh! Aah! Cantona!” şarkısı çaldı.
Arayan annemdi, istem dışı “Anne hava kararmadan gelirim eve, merak etme!” dedim. İşin aslı yıllardan 2011’di ve ben 1 ay sonra az buz değil tam 34 yaşına girecektim ama halen annem beni mahallede top oynarken eve çağırıyordu... İçimden “Sorun değil Tony Cascarino 34 yaşında Marsilya formasıyla gol kralı oldu, bizim mahalle de bir nevi Marsilya değil mi zaten?” diye kendi kendimi avuttum...
Meğerse annemin arama sebebi, anneannemin düşüp bacağını iki yerden kırdığını ve iyileşene kadar bizde kalacağını haber vermek içinmiş. Eve geldiğimde, keşke onun yerine biraz önce ben mahallede bacağı kırsaydım dedim! 86 yaşındaki insanlığın yüz akı kadının canı çok yanıyor, demirden yürüteç sayesinde zar zor yürüyebiliyordu... Gece yarısı uyandığımda halen gözünü uyku tutmamıştı. 86 yaşındaydı ama bilinci halen bana göre 86 ışık yılı daha fazla açıktı... Birden cebinden iki fotoğraf çıkardı. “Sen küçükken de böyleydin, sana bir top verirdik dünyanın en mutlu çocuğu olurdun” dedi. O uyuyana kadar sohbet ettik, bana bir gün Bakırköy’deki evlerinin bahçesinde oynarken ortadan kaybolduğumu ve çok merak ettikleri günü hatırlattı, anlattı. Meğerse anneannemin evinin arka sokağındaki Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin bahçesine girip oradaki hasta abilerle top oynamışım...
“Merak etme anneanne hiç değişmedim aslında, şimdi de daha akıllı değilim” dedim. “Olur mu hiç, ben herkese senin bu resimlerini gösteriyorum” dedi. Fotoları aldım, kardeşime tarattırdım. Ortadaki elinde top olmayan dünya tatlısı çocuk ben değilim, kardeşim tabii ki... Ben ise elimde topla sanki dünyayı değiştirmiş kadar mutlu ve gururlu gözüküyorum... Saçlarım mı? Cidden Beatles elemanı saçı gibiymiş, ayakkabıların neden kırmızı olduğunu ise dün gibi hatırlıyorum: Ben çocukken, büyüyünce Beşiktaş’ın Kenny Dalglish’i olacağımı zannediyordum, ondan olsa gerek! Ne de olsa 1984 yazıydı, Dalglish’i ilk kez Roma’daki Şampiyon Kulüpler finali maçında izlemiş, bir de üstüne Euro 84’e şahit olmuştum... Düşündüm de hiç değişmemişim, saçlar hariç sadece biraz gelişmişim; ne de olsa bozuk saat bile günde iki kez doğru zamanı gösterir o hesap bir gelişme işte! Yine de benim futbola sırılsıklam âşık olmamın miladı 1982 yazıdır.
Yıllardan 1982… Son düdüğü mutlu sonla bitmese de tarihin en güzel futbol masallarından birisi başlamak üzere… İspanya 40 yıllık Franco zulmünden kurtulmasını 1982 Dünya Kupası’na ev sahipliği yaparak kutluyor… Hani “Futbol kitlelerin afyonudur” derler ya 1982 yazı da Türklerle beraber Avrupa’nın en futbol delisi halkı olan İspanyolları iyileştirecek, o futbol topunda gizli afyondan yapılan en güzel ilaç misali… Masal, 13 haziran 1982 günü Franco’dan en çok çeken İspanya vatandaşlarının, Katalanya’nın mabedi Nou Camp’ta start alıyor… Gerets’li Belçika’nın açılış sürprizlerine yakışır bir biçimde son şampiyon Arjantin’i yenmesiyle başlıyor her şey… Takvim yaprakları 13 Haziran 1982’yi gösterirken aynı anda yine insanlık düşmanı askeri darbe diktası yüzünden tarifsiz acılar çeken bir yerde, Türkiye’de 15 yıl sonra Beşiktaş şampiyon oluyor… Tribünlerde Edip Akbayram’ın yasaklı şarkısı “Aldırma gönül aldırma” yankılanıyor. Fakat birkaç saat sonra Nou Camp’a asılan devasa pankartta yıllar önce Türkiye’den ayrılmak zorunda kalmış ama küçüklükten beri tuttuğu takımı asla unutmamış olan açılış maçının şeref konuklarından Viktorya Kamhi’nin gönlü fazlasıyla aldırıyor! Kamhi, yine bir askeri darbe sonucu asılan Deniz Gezmiş’in idamından önce son yapmak istediği şey sorulduğunda “Onun gitar konçertosunu dinlemek istiyorum” diyen “o” müthiş gitar üstadı Rodrigo’nun eşi…
Ama 15 yıl sonra gelen şampiyonlukla tepeden tırnağa siyah-beyaza dönen bizim evde, asıl kupa bir gün sonra 14 Haziran 1982’de başlıyor… Birazdan santra yapacak olan Brezilya’nın teknik direktörü Tele Santana’yı ikizi gibi benzeyen rahmetli dedem şöyle buyurmuştu: “Türkiye yok bu kupada oğlum. Biz de biz askeri darbe mağduru Türkler’in Latin Amerika’daki ruh ikizi olan Brezilya’yı tutuyoruz”
“Ama onlar sarı-lacivert” diye çocukluğun iki karış aklıyla itiraz etmiştim “bizim Santana”ya, fakat o beni ikna etmenin en kestirme yolunu adı gibi biliyordu: “Bak bu sakallı var ya babana benzeyen, onun adı Socrates… Aynı zamanda beni iyileştirenler gibi doktor… Amcan gibi her daim iki dirhem bir çekirdek zarif Falcao ve hepsinin kralı Zico! Bak Zico’ya ‘Beyaz Pele’ diyorlar. Ben Pele’yi de seyrettim, eğer Zico Pele’den önce oynamış olsaydı, asıl Pele’ye ‘Siyah Zico’ derlerdi”
O andan itibaren doğduğu ülke Dünya Kupası’na katılamayan ama Socrates-Falcao-Zico üçlüsünü görme şansına erişen her çocuk gibi ben de sarı-lacivert, siyah-beyaz renk körlüğünü bırakıp doğuştan Brezilyalı kesiliyorum…Başlama düdüğünden hemen önce dedem her şeyi yıllar sonra anlayacağım dille anlatmaya devam ediyor:
“Futbol bozuluyor artık, İtalyanlar, Almanlar, Sovyetler herkes makine gibi oynuyor; ruh yok, sanat yok, insan dokunuşu yok. Çirkin bir elbiseye dönüştü futbol, Zico da o elbisenin üstündeki küçük gözüken ama bakmasını bilene pırıl pırıl parlayan en güzel düğme… Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar futbolcu olsalardı bu Brezilya Milli Takımı’nda santrfor oynarlardı!”
Futbol sanatı adına sergilenebilecek her türlü güzelliğe imza attıktan sonra köy köy dolaşıp doktorluk zanaatıyla binlerce fakir insanı iyileştiren Socrates bizzat tıbba yenik düştü... Top yine beklemediğimiz köşeden geldi... Büyük filozof olduğu kadar büyük kaleci olan Camus’nün dediği gibi hayat bu kadar saçma işte, tam da bu yüzden bu hayatı kahramanca, SOCRATES’çe yaşamak gerekiyor... Socrates, idolü olan Che Guevera’nın kramponlu versiyonuydu. Sadece kafasındaki bandı değil, bandın simgelediği zihin güzelliği de -başta ben- herkese nasip olsun bir gün... Kimbilir belki de bu satırları yazarken Socrates, George Best ve Gary Speed’le futbol cennetinde paslaşıyor, rahmetli dedem de onları izliyordur... Bu takım o takımdır işte:
“Bu takım, hayal gücü, idealizm ve şiirin birleşimi. İnsanlar onların hayallerini yansıttığımız için bizi izlemeye geliyorlar. Futbol sahasında güzellik, zaferlerden daha güzeldir!”
İşin aslı turnuva sonrasında felsefe doktorası yapacak olan Socrates ve arkadaşları için Dünya Kupası’nda birinci olmak Dünya şampiyonu olmakla eş anlamlı değildi. Onlar için gerçekten dünya şampiyonu olmak güzel oyunu oynayarak futbol aracılığıyla “güzel”in yanında olmaktı. 1982 yazında 18 yıllık askeri diktatörlük dönemi bitiminde Brezilya’da düzenlenecek ilk serbest seçimlerde halkı oy vermeye çağırmak için “15’inde oy ver!” tişörtleriyle poz veren Socrates ve arkadaşları o yıl reklam yerinde “Demokrasi” yazan Corinthians formasıyla Sao Paulo eyalet şampiyon olmuşlardı. Tarihe “Corinthians Demokrasi” hareketi olarak geçen bu futbol aracılığıyla devrim projesinin son aşaması 1982 model Brezilya oldu. “1982’nin Zidane”ı olarak anılan kaptan Socrates turnuva bitiminde şampiyon olamamalarına rağmen kendilerini şampiyonlar gibi karşılayan taraftarlara şöyle diyecekti: “Savunmacılara çalım atmak diktatörlere çalım atmaktan daha kolay… Siz zoru başaracak, Brezilya’ya demokrasi şampiyonluğunu getireceksiniz!”
2010 yılında ise Brezilya’nın futbol delisi devlet başkanı Lula o güne ithafen “Ülkemiz gerçekten de demokratik bir ülkeyse Brezilya halkı 1982 takımına çok şey borçlu” dedi ve futbolu futbolun ötesine taşıyan kramponlu sanatçılara tarihi bir teşekkür mesajı verdi. Socrates sonra köy köy dolaşıp doktorluk yaptı, 70’ler Türk filmlerinin gerçek versiyonu misali parası olmayan hasta insanlara şifa dağıttı. Ne de olsa idolü Che Guevera ve John Lennon’dı! Sonra gerisi geldi!
Futbol hayatın neresinde?
1986 Dünya Kupası şampiyonu Arjantin’in gol sanatçısı, “1986 model Higuain” Valdano’nun dediği gibi: “Futbol yaşadığımız hayatın metaforu. Dünyadaki kusurlara özür niteliğinde olarak Allah tarafından icat ettirilmiş olan dünyanın en güzel oyunu futbol!”
İdeal futbol diye bir olgu var mıdır. Varsa nasıl olmalıdır.
Bu herkese göre değişir. Benim en yakın arkadaşlarımdan birisi Stoke City’nin oynadığı futbola bayılıyor. Ancak benim nacizane fikrime göre Brian Clough usta haklı: “Eğer Allah futbolu havadan oynamamızı isteseydi, futbol sahalarını yeryüzüne değil, gökyüzüne bulutların üstünde yaratırdı!”
1974 model Cruyff’lu Hollanda, 1982 model Brezilya, 1988 model Dalglish menajer-futbolculuğundaki Liverpool, 90’ların ilk yarısında Barcelona tarihinin 1. Rüya Takımı olarak nitelenen Romario-Michael Laudrup’lu Barcelona.
Şimdiki Barcelona’yı ise haklı olarak sadece aşırı fanatik Real Madrid’liler beğenmiyor. Bence Guardiola’nın Barcelona’sı oynadığı neo-Total Futbol ile Cruyff’un idealindeki futbolun mükemmelleştirilmiş versiyonunu oynuyor.
Beşiktaş tarihinde favorim ise tabii ki 1990-1992 arası üst üste üç kez şampiyon olan Gordon Milne yönetimindeki Metin-Ali-Feyyaz’lı takım. Bu arada Gordon Milne, Liverpool’u 2. Kümede umutsuz vaka iken Avrupa’nın kralı yapan Bill Shankly döneminin Necip’iydi, onu da not düşelim. Milne’in babası da Preston tarihinin en başarılı teknik adamlarından birisidir. Ayrıca Milne sadece Beşiktaş’ta değil 1970’lerde Coventry teknik direktörüyken de çok başarılı bir teknik adam!
Yanılmıyorsam Johan Cruyf’un bir sözü vardı, “Futbol çok basit bir oyundur, zor olan onu basit oynamaktır” şeklinde. Siz buna katılıyor musunuz?
Cruyff’un dediği her şeye katılıyorum, herhangi bir sözüne katılmamak haddime bile değil. Cruyff, Cantona’nın idolü! Cruyff’un bu sözü ise belki de en basit ama bazılarının anlamakta en zorlandığı sözü!
Futbol tarihi ve özellikle futbolcularla ilgili bu kadar ayrıntıyı nereden biliyorsunuz. Hepsinden önemlisi bütün bunları nasıl aklınızda tutabiliyorsunuz.
Bir tekstil fabrikasındaki son ütücü nasıl ütü işini olabilecek en iyi şekilde yapmaya çalışıp emeğini %101 ortaya koymaya çalışıyor. Ben de aynısını yapıyorum. Benim farkım birçok emekçiden farklı olarak en sevdiğim işi yaparak hayatımı kazanmam ve bunun sürekli hakkını daha da fazla vermeye çalışmam.
Tabii bu özellikle skor yorumcusu camiasında büyük rahatsızlık yaratıyor. Benim bu onlardan farklı dış görünüşüm, üstüm başım, Socrates bandımla bu kadar çalışıp onlardan daha iyi bu işin hakkını vermem onları delirtiyor. Delirmeye devam etsinler ya da onlar da çalışsınlar. Ayrıca iyi bir futbol yorumcusu olmak için yorumculuktan önce iyi bir futbolcu olma ezberi o kadar saçma ki! Şampiyonlar Ligi’ni en son üst üste iki kez kazanan teknik direktör olan Milan’ın teknik dehası Arrigo Sacchi bir keresinde “İyi de siz hiç futbol oynamadınız ki nasıl iyi bir teknik direktör olabilirsiniz?” sorusuna “Yani iyi bir jokey olmak için daha önce at mı olmak lazım?” dâhiyane cevabını vermişti. Modern futbolun en başarılı teknik direktörlerinden Jose Mourinho da Sacchi’nin bu harika 90’dan ters köşe soru-cevabını defalarca kullandı.
Dünyanın en iyi futbolcularından Pele, dünya tarihinin en kötü yorumcularından birisi. Bunda herkes hem fikir. Neden peki? Çünkü hiç yorumculuğa, yazarlığa hiç emek vermedi. Hatta büyük ihtimal “emek” ne demek ondan bile haberi yok!
Ülkemizde de çok “Pele”cik var malum. Keşke gündemde kalmak uğruna şaklabanlık yapacaklarına biraz futbol maçlarını izleyip biraz bir şeyler okusalar. Mesele en fazla reyting almak değil ki! Mesele işinin hakkını vermek. Ben kendimi başarılı bulmuyorum ama en azından iş vicdanım rahat çünkü çok çalışıyorum, başka da bir özelliğimin olduğunu sanmıyorum!
Son dönemde futbol camiasının gündemini işgal eden “şike-teşvik” olayları bağlamında işleyen süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Süreç 3 Temmuz’da başladı. 10 Temmuz’da iddianame açıklanmalı, tapeler, belgeler ortaya konulup adı geçen herkese savunma hakkı tanınmalıydı. Kim masum kim suçlu, kim şike yaptı kim yapmadı her şey en geç 17 Temmuz’da ortaya çıkmalı, Türk futbolu bu kaosu yaşamamalıydı.
Ayrıca ilk seçildiğinde “İşte süper adam” diye lanse edilen Mahmut Özgener’in döneminde bunların olması beni pek şaşırtmadı maalesef. Mahmut Özgener, Altay başkanıyken Altay – Diyarbakırspor Süper Lig’e yükselme maçında Altay soyunma odasına gaz verildi ve “derin devlet” tarafından maç Altay aleyhine sonuçlandırıldı. Basınımızın usta kalemi Atilla Gökçe o gün oradaydı, arayın size anlatsın tüm ayrıntıları, tüyleriniz ürperir!
Mahmut Özgener bu olaya tepki vereceğine ilerleyen zamanda bir de Federasyon Başkanı oldu. Bu güzel oyun futbolun asıl sahibi olan taraftarlar müşteri seviyesi(zliği)ne indirgenmeye çalışılırken Türk futbolunu yönetemeyenlerin alel acele çıkarttığı kanun onların başına çorap ördü.
Sonraki süreç ise daha da trajikomik! Sistemden beslenen kimse sistemi temizleyemez ki!
Türk futbol ligi üst düzeydeki liglerin seviyesine çıkabilir mi ya da çıkması önündeki engeller nelerdir. Bu engeller nasıl aşılabilir?
Bu başlı başına bir röportaj konusu. İlk önce 2002’den beri tek bir Dünya Kupası’na katılmamızı başaramayan yönetim zihniyeti sorgulanmalı ve Türk futboluna karşı işlenen suçlar mahkemesinde hem legal hem de vicdani olarak ömür boyu yöneticilikten men cezasıyla, müebbetle cezalandırılmalı. Daha Barcelona’nın ilk 11’inden 4 oyuncu sayamayan adamlar Türk futbolundaki en önemli kararları almamalı!
Size hangi takımı tutuyorsunuz sorusunu sormak biraz abes kaçacak ama gene de bilmeyen arkadaşlar için en azından hangi takımı tutuğunuzu ve bunun hikayesi ile birlikte sempati duyduğunuz yerli ve yabancı takımları öğrenebilir miyiz?
Ben de halkımızın % 90’ı gibi babam ve dedem hangi takımı tutuyorsa onların tuttuğu takımı tutuyorum. Onlar Beşiktaş’ı tuttuğu için ben de Beşiktaş’lıyım. Ancak ben Süleyman Seba tarzı Beşiktaşlıyım: Önemli olan her sene şampiyon olmak değil, rakiplerine saygı duyup rakiplerinde saygı uyandırarak mücadele etmek. Bunu başaran Beşiktaş’ı çok özlüyorum. Gönül verdiğim takımı tarihi borca sokan Yıldırım Demirören’in daha fazla gölge etmemesi için ne gerekiyorsa yapılmasını diliyorum. Her kulüpte olduğu gibi Beşiktaş’ın da asıl ve nihai sahibi taraftardır ve tüm yöneticiler gelip geçicidir, kulübü bu kadar kötü bir borca sokanlar daha da geçici olmalıdır. Sonuçta onlar yokken biz vardık. Rahmetli dedem Kars’ın Kağızman ilçesinde 1930 yılında 7 yaşındayken okuma bayramında tahtaya “En güzel takım Beşiktaş” yazmış, bende fotoğrafı var. Benim Yıldırım Demirören kadar param yok diye sayın Demirören Beşiktaş’ı gasp edemez, etmemeli!
Sempati duyduğum takımlar ise İngiltere’de Liverpool. İskoçya’da Glasgow Celtic. Göçmen takımları ikisi de tıpkı Fransa’da sempati duyduğum Marsilya gibi. Almanya’da her zaman St Pauli ama rahmetli dedemin çok sevdiği Borussia Monchengladbach’ı da ayrı bir gözle izlerim. Türkiye, Dünya Kupası’na katılamadığında ise katılıyorsa İrlanda Cumhuriyeti’ni desteklerim.
Peki, hangi takımlara gıcık olursunuz?
Rangers, Chelsea, Linfield, Lazio. Dördünün ortak özelliği taraftarlarının önemli bir kısmının diğer etnik köken, din, milletten insanların ölmesini, maçlarına asla gelmemesini isteyecek kadar faşist ve ırkçı olmaları. 1980’lerde hooliganizm İngiltere’nin kanayan yarasıyken kendisine “Kafa Avcıları” (Headhunters) adını veren Chelsea’liler aynı zamanda aşırı sağçı faşist “Rule Britannia” hareketinin milisleriydi. Tezahüratlarında Londra’da yaşayan Türklere çivili sopalarla saldırıp Türklüğe ve Müslümanlığa ana avrat dümdüz gidiyor, sadece Müslüman olduğu için insanların evlerini, iş yerlerini yakıyorlardı. Tabii Abramovich’ten sonra onların çoğu maçlara gelemiyor.
Sevdiğiniz futbol statları, takım üniformaları ve taraftar grupları hangileridir? Neden?
Türkiye dışından St. Pauli ve Celtic taraftarları. 2005’te İstanbul’daki Şampiyonlar Ligi finalinde Liverpool taraftarı da muhteşemdi. Hele hele Liverpool ilk yarı sonunda 3-0 yenik olarak soyunma odasına giderken taraftarların sanki takım 3-0 öndeymiş gibi coşkuyla “You’ll Never Walk Alone” söylemeleri ve ikinci yarıda olanlar, yani tarihin en güzel Şampiyonlar Ligi finali tam bir kırmızı futbol masalıydı. Ne mutlu ki tüm bunlar İstanbul’a nasip oldu. Maç sonunda stadın karşısında Liverpool bayrağını yere serip şükür namazı kılan taraftara dayanamayıp eşlik etmiştim.
Yerli yabancı ayrımı gözetmeksizin size göre bütün zamanların ilk on biri hangi futbolculardan oluşur ve teknik direktör koltuğunda kim oturur?
Teknik direktör-futbolcu olarak ne zaman isterse o zaman kendisini oyuna alacak olan Cruyff! Henüz 17 yaşında Ajax A takımında ilk oynadığı günlerde 30’luk Hollanda Milli Takımı oyuncularına bile nereye hareketlenmelerini söyler ve mesleğimizin yüz akı Simon Kuper’in deyimiyle hep “sinir bozacak kadar” haklı çıkarmış, daha ne olsun?
Kalecilerim 3’ünden birisi olur: Rinat Dasayev, Peter Schmeichel ve Pat Bonner. Hücumcu sağ bekim hayatı boyunca ciğerlerinden enfeksiyon hastalığı yaşamasına rağmen sanki ruhsal açıdan 5 ciğeri varmış gibi oynayan Cafu olsun isterdim. Solbekim Maldini ailesinden herhangi biri, Allah’ın emri! Stoperlerim Paul McGrath ve Marcel Desailly. Orta saham sağdan sola George Best, Socrates, Dalglish, Maradona. Çift santrfor Van Basten ve Ian Rush. Ne biçim forvet hattı oldu, rakibe Messi’yi ver yine yenilmeyebiliriz belki!
Zaman ve milliyet kısıtlaması olmadan futbolcular hariç filozoflar, siyasetçiler, edebiyatçılar, sanatçılar vs. aklınıza her gelen kim varsa hepsinden bir takım kursanız bu takımda hangi mevkide kimleri oynatırdınız? Tabii ki teknik direktörü unutmadan.
Kaleci tabii ki Albert Camus, sağ bek Wittgeinstein, stoperler Engels, Raskolnikov, hücumcu sol bek Karl Marx! Kendine daha iyi baksaydı sağ açığın hakkını en iyi Dostoyevski verirdi. Orta sahamın ortasında ise Nietzsche ve oyun kurucu olarak Ahmet Hamdi Tanpınar muhteşem ikili olabilirlerdi. Hem sol açık hem de serbest adam olarak Ernesto Che Guevera! Çift santrfor “Terzi” Fikri Sönmez ve Bob Marley!
Futbol dışında hangi spor dallarını takip edersiniz? Kendiniz spor yaptınız mı, halen yapıyor musunuz?
6 sene Efes Pilsen, 1’er yıl Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray ve Netaş’ta basketbol oynadım. Galatasaray Üniversitesi futbol takımında kale hariç her mevkide oynadım ama asla potansiyelimi sahaya tam olarak yansıtamadığım için çok üzgünüm. Süper teknik direktörüm aynı zamanda Galatasaray Lisesi’nin de teknik direktörü olan Göksel Abi’den bir kez daha özür dilerim!
Artık basketbol bile izleyemiyorum. Spor adına evde hanım ve arkadaşlarla, mahallede de ortaokul talebesi gençlerle oynuyorum. Böbreklerim düzeldiği günün ertesinde halı sahalarda Türk işi Ian Rush olmaya devam etmek en büyük arzum!
Ülkenin en önemli sorunu olarak neyi görüyorsunuz? Bu soruna yönelik bir çözüm öneriniz var mı?
Ülkemizde ben doğduğum günden beri en önemli sorun sosyal adalet. Master ve doktora ile beraber 10 yıl Siyasal Bilgiler okudum. Özyönetime dayalı soysal adalet düzeni en büyük hayalim.
İlerleyen süreçte el atmayı düşündüğünüz farklı bir alan, gerçekleştirmeyi düşündüğünüz hayalleriniz var mı?
İnsan hayalleri kadar var bu dünyada. Sizden ricam hayallerim bana kalsın çünkü düşünceler bile bazen suç olarak algılanabiliyor ülkemizde maalesef! Yine de henüz birazını gerçekleştirebildiğim hayalim ülkemizdeki engelli insanlara daha fazla yardım edebilmek.
Kendim için tek bir hayalim bile yok, halkımız için hayalim çok ama onlar ne kadar isterse o kadar gerçekleşebilir maalesef!
Kendi adıma eşimle aynen uyumlu bir şekilde yaşamaya devam edeyim yani bana katlanmaya devam etsin, bir de Beşiktaş’ı Süleyman Seba ruhlu adamlar yeniden yönetsin bana yeter de artar!
Hayata yeniden başlama şansınız olsaydı, ne olmak isterdiniz? Ve hayata yeni başlayan gençlere ne tavsiye edersiniz.
Gençlere tek tavsiyem ne istiyorlarsa onu yapsınlar ve istemedikleri hiçbiri şeye boyun eğmesinler. Mezara para ya da şöhret girmiyor sadece vicdan giriyor çünkü. Hayata yeniden başlama şansım olsaydı tek isteğim Beşiktaş’ın Kenny Dalglish’i olmak olurdu. Önce futbolcu sonra da teknik direktör olarak gönül verdiğim takımda o takımı sevenleri mutlu etmek, bana yeter de artardı!
Oldukça keyifli bir söyleşi yaptığımızı düşünüyoruz, zaman ayırdığınız için teşekkür eder çalışmalarınızda başarılar dileriz.
Asıl ben size teşekkür ederim.
留言