top of page
Yazarın fotoğrafıAltar Kaplan

Bütün Mesele Yaptığın Şeye İlgi Duymak

09.02.2012 - Moda


Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğretim üyelerinden dünya çapında grafik sanatçımız, mütevazi insan “Gürbüz Doğan Ekşioğlu” ile Moda’daki atölyesinde görüştük. Türkiye’de ve Dünya’da çok sayıda sergi açmış ve ödül kazanmış olan sanatçının eserlerinde ince zekayı, yaratıcı düşünceyi, insanı zaman zaman gülümseten, zaman zaman şaşırtan ama her zaman düşündüren fikirleri keşfedince hayranlık duyacaksınız. Onun evrensel dilinin keyfini çıkarın.



İsterseniz söyleşimize tabiri caizse kitabın ortasından başlayalım. Resme ne zaman ve nasıl başladınız?

Küçüklüğümde sıkılgan bir yapım vardı. Sınıfta tembel bir talebeydim. Tembellik de insanı sıkar. Tembelliğimin nedeni de resim yapmaya çok düşkün olmamdı. Diğer dersler benim ilgimi çekmiyordu. Resim dersi de, revaçta olan bir ders değil. Bu sefer ne yaptık? Tembel kalıyorsun. Tembel olunca da cesaretsiz oluyorsun. Arka sıralarda falan oturuyorsun. Öğretmen falanda seni tanımaz. O yüzden öne çıkamazdım. Öne çık parmak kaldır olmazdı. Bildiğim sorunun cevabını arkadaşıma söylerdim.


Aslında hiç de öyle görünmüyorsunuz.

Aslında bireysel olarak girişken sayılabilirim. Ama şöyle bir şey var. Yarışmalarda siz şahsen jürinin karşısına çıkmazsınız. Eser yaparsın, yarışmaya yollarsın. Ödül alırsın veya alamazsın. Alamazsan niye alamadım diye üzülürsün. Hayal kurarsın alamazsın. Ben niye resme başladım? Çocukken resim yaptığımda “”A! ne güzel yapıyorsun” dediler. Bu kez ben o övgüleri alabilmek için tekrar resim yaptım, tekrar resim yaptım. O şekilde geliştirdim.


Sizi bu dönemde etkileyen sanatçılar ve özellikle takip ettikleriniz kimlerdi?

Lisedeyken Milliyet gazetesi Sanat Dergisi diye bir ek vermeye başladı. O zaman genel yayın yönetmeni de Abdi İpekçi idi. Zeynep Oral da onun editörüydü. O Milliyet Sanat Dergisinden ben çok şey öğrendim. Yani akımları öğrendim. Resim öğretmenim vardı. Vefat etti maalesef. Necati Yeşilyurt. O da Gazi Üniv. Eğitim Fak. Mezunuydu ve resme karşı ilgili olduğumu gördüğü için bizi bilgilendirirdi

Sonra bu kültürün içinden gelen etkilenmeler, okuduğumuz gazeteler. Ali Ulvi Ersoy’un karikatürleri, Çok bilinmez ama Cumhuriyette kırk yıl karikatür çizmiş, aynı zamanda New Yorker dergisinde de karikatürleri yayınlamış biridir. 1952 yılında. Mesela bir karikatürü anlatayım, bir evi kesit gösteriyor, çizgiler çok sade, anatomi çok sağlam, pijamalı bir adam alttan süpürge sapı ile tavana vuruyor. Hani gürültü yapılınca vururuz ya. Yukarıda ne var biliyor musunuz? Rodin’in düşünen adam heykeli. Turhan Selçuk’un Abdülcanbaz’ının takipçisiydim. Karikatür ve mizah benim dikkatime çekerdi. Tatbiki Güzel Sanatlar’ a girince –şu an ki Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi- orda yabancı kitaplarda, karikatür kadar anlatımı ve ifadesi güzel, aynı zamanda resim gibi güzel şeyler gördüm. Zaten ressam olmak istiyorum. O zaman ben ikisini birleştireyim, hem resim yapayım hem mizah olsun dedim. Belçikalı Rene Magritte. Onun dışında Soul Steinberg diye karikatürü yazıdan kurtarıp çizgiye dönüştüren bir deha vardır. Andre Fransuva, Jean Folon bunlar benim ustam oldu. Benim ders almadığım, Mengü Ertel. Okulda hocam olmadılar ama işlerine bakarak etkilendiğim kişilerdir. Van Gogh mesela en başta etkilendiğim sanatçıdır. Şimdilerde Van Gogh’un sergisi var İstanbul’da . Van Gogh resimleri üç boyutlu olarak gösteriliyormuş. Çok güzel bir çalışma bence.


Bu bana sanki Akira Kurosawa’nın “Dreams” adlı filminden esinlenerek yapılmış bir çalışma gibi geldi.

Olabilir.


Eserlerinizde siz betimleyecek olsanız nasıl betimlersiniz. Tarzınızı etkileyen unsurlar nelerdir?

Örneğin “Brancusi” diye bir heykeltraş var, “Constantin Brancusi”. Çok sadedir yapıtları. Sadeliği çok severim. İklim etkilidir. İklim derken deniz mavidir ama Karadeniz’de gridir. Renk yoktur. Hava çoğu zaman bulutlu olduğu için yeşilin ana tonları görülmez. Ona duyulan hasret olabilir. Van Gogh’tan etkilenmem olabilir. O yüzden yaptığım işlere baktığınız zaman çok renklidir. Renkleri kullanmayı çok severim. Bütün mesele, yaptığın şeye ilgi duymak. Siz ikiniz bekarsınız belki.


İkimizde evliyiz ve hatta birer çocuğumuz var.

Çocuklarınızı kesinlikle eleştirmeyin. Hata yapmak insanı geliştiren en önemli şeydir. Hata yapmadan olgunlaşamayız.


Bize biraz yetiştiğiniz aile ortamından bahsedebilir misiniz?

Annem çok duyarlı bir insandı. Babam ince ruhlu ve şair bir adamdı. Mizahı da seven bir insandı. Dolayısıyla anne-babadan aldığın genetik kodlamalar, yetişmiş olduğun doğal çevre aile yapısı. Mesela bizim evde şiir okunurdu. Annem bir ağa kızıydı okuma yazma bilmezdi, beş vakit namazını kılardı. Babam namazını kılardı, Kur’an-ı Kerim okurdu. Ama akşam rakısını içerdi. Annem derdi ki: “bu ne biçim Müslümanlık?” Babam da “Sen benim işime karışma, ibadet başka o başka” derdi. Sarhoş olmuyordu ama. Tutucu bir aile değildik. Ahlakçı bir aile idik. Ablamın kısa kollu giydiğini, kısa etek giydiğini biliyorum. Babam ona karışmazdı ama flört konusuna kesinlikle izin vermezdi. Dokuz yaşıma kadar Mesudiye’de yaşadık. Babamın dediği şey şuydu: “Kaymakam çok namuslu bir adam, mal müdürü çok namuslu bir adam”. “Namus” kelimesi çok geçerdi. Babam hiçbir zaman çok para kazanan bir adam olmadı. Bize de hiçbir zaman, aman çok para kazanın demedi. Bizde hiç para kazanmanın ve zengin olmanın hayalini kurmadık. Hep “dürüst olun hakkaniyetli olun” derdi. Annem de öyle. Yola düşmüş fındıkları bile alıp yememe izin vermezdi. Bu şekilde yetiştik biz. Komşularla aramız çok iyiydi. Komşuluk hakkı önemli bir husustu.


Birçok uluslararası ödül sahibisiniz. Burada bunları saymaya kalksak çok fazla yer tutar. Nasıl bu kadar ödül kazanabildiniz? Bunun sırrı nedir?

Bir sırrı yok aslında. İlk katıldığım yarışmada ödül almıştım. İlk katıldığım yarışma fotoğraf yarışmasıydı. İkincisi karikatür yarışmasıydı. Ama benim çok da ödül alamadığım yarışma vardır. Bilinenler, öne çıkanlar ödül aldıklarımız. Birçok ödül alamadıklarımız da var. Ödül alamadıklarımız olmasa o kadar ödül alabilir miydik? Ben öğrencilerime yarışmalara mutlaka katılmalarını tavsiye ediyorum. Ödül alıp almamak önemli değil. Hiçbir neden yokken bir konuya ilişkin iş üretmeniz önemlidir. Bu iş size ödev olarak verilmiyor. Kendi iradenizle bir iş üretmeniz başlı başına bir başarı zaten. Ve yarışma sonucunda ödül alamadığınızda, ödül alan işlerle kendi işinizi kıyaslayıp neden ben ödül alamadım sorusunu kendinize soruyorsunuz. Bu da aslında insanı son derece geliştiren bir şey. Sonuçta ödüllü yarışmalardan para alarak geçinmeye başladım. Geçinmeye başladım derken, evlendikten iki sene sonra ilk defa bir çamaşır makinemiz oldu. Hala o çamaşır makinesini kullanırız. 31 yıllık evliyiz demek ki 29 yıldır aynı çamaşır makinesini kullanıyoruz. Eşime “makineler artık çok ucuzladı, yenisini alalım” diyorum. Eşimi o makineden vazgeçiremiyorum. Sonraki yıllarda ödül parasıyla bulaşık makinesi aldık. Ödül paramla kooperatife üye olduk. Her zaman kazandığımız ufak paralarla geçinmeyi becerirken ödül paraları normal bütçemizle karşılayamadığımız alanları kapattı.


Eserlerinizde “kedi” imgesini çok fazla kullanıyorsunuz. “Kedi” sizin için neden bu kadar önemli?

Biz küçükken kedimiz vardı bizim. Anadolu’da köpek bekçilik yapar, at binektir, inek süt verir, kedi ne yapar? Fareleri yakalar. Fare zehri falan bulunmazdı o zamanlar. Kedimiz vardı. Severdik ama kedinin evde yaşayacak bir hayvan olduğunu bilmezdik. Ne zaman ki ben 1991 yılında Amerika’ya gittim. New Yorker dergisi, “sizin işleriniz çok güzel çalışmak isteriz” dediği zaman, ben İstanbul’a döndüğümde Amerikan Konsolosluğu’na gittim. Konsolosluğun kütüphanesinde New Yorker dergilerini inceledim. New Yorker dergisinde doğaya ilişkin çalışmalarda bolca kedi gibi köpek gibi hayvanları kullanmışlar. Çünkü büyük metropollerde, insanlar doğadan uzaklar ve büyük çoğunluğu yalnız yaşıyorlar. New York şehrinin yüzde altmışı yalnız yaşıyormuş. Çünkü orda herkes para kazandığı için, kimse kimseye ihtiyaç duymuyor. Sonuçta yalnızlığını giderebileceği tek bir canlı var: evcil hayvanlar. Kedi, köpek veya kuş olabilir. Bizde bundan on beş yıl önce kedi sahibi olduğumuz zaman, ölmek üzere olan bir kedi yavrusunu eşimle birlikte akademinin bahçesinden aldık. Onu yaşatmaya çalıştık. Çok küçüktü yaşamaz falan dediler. Ağzına süt verip besledik. Çok emek verip evin içine alıştıktan sonra dışarı bırakma şansınız da olmuyor. Kedimiz oldu. Kediyle birlikte yaşamaya başladık.


Neden bu kadar önemli olduğuna gelirsek?

Kediye baktığımız zaman, kedinin dörtte biri kadar keyif düşkünü olabilsem keşke diye düşünürüm. Birde sekizde biri kadar da bencil olabilsem keşke. Aşırı bencildir. Bencilliği kendine verdiği önemden kaynaklanıyor. Çöpün yanına yumuşak minder gibi bir şey atarlar. Gider orda oturur. Zamanını acayip güzel değerlendiren bir hayvandır. Kesinlikle ona istemediği bir şeyi yaptıramazsın. Başka bir röportajım da da: “kedi, kadın ve dolmakalem birbirine benzer” demiştim. Şimdi kel alaka diyeceksiniz. Ben otuz yılı aşkın süredir evliyim ve eşimi ve dolayısıyla kadınları iyi tanıyorum. Çünkü o kadar yumuşak ve şefkatlidirler ki, birdenbire tam 180 derece zıttı bir şey yaparlar. Tepki verebilirler. Dolmakalemlere gelince, dünyanın en iyi dolmakalemini kullansan istediğin gibi yazmaz. Mürekkebi biter. Mürekkebi kurur. Silkelersin üzerine damlar. Kedilerde mesela bizimki, istediğin kadar güzel seversin böyle, hatta bıyıklarını tırnağını çekerim ben onun. Hiçbir şey yapmaz. Ama kimi zaman bir sesleniyorum bazen zırt diye tırmıklıyor. Kanatıyor.


Anlattıklarınızda anladığım üçünün de ortak yönü her daim tavırlarında bir öngörülemezliğin olduğu.

Evet, belirsizlik var yani. Biz erkekler olarak düşünüyoruz ve tutarlı tepkiler veriyoruz.


Hocam birde, ikiz kuleleri konu alan New Yorker’daki kapağın bu kadar popüler olmasının hikayesini merak ediyoruz.

İkiz kulelerin patlatılması olayı yenidünya düzeninin kurulmasının başlangıcı oldu. Siyasetin altında yatan şey ekonomidir. En son yaptığım Usame Bin Ladin kapağım da çok konuşuldu. Washington Post “tarihe geçen kapak” dedi. Usame bin Ladin’i Amerika yarattı. Ve zamanı gelince sildi. Orada silinmiş bir yüz var. Usame Bin Ladinin ailesi ikiz kuleler patlatıldığında sınır dışı ediliyorlar. Tutuklanmıyorlar. Zaten İkiz Kulelerin patlatılması olayında da başka şeyler var. İkiz kuleler patlatılmasaydı, ABD, Afganistan ve Irak’a saldıramayacaktı. Bu saldırıyı bahane olarak kullanıyorlar. Gerçekten bu devlet işleri o kadar muamma ki, şu an ortaya konmuyor ama 20 yıl sonra, 30 yıl sonra, belki elli yıl sonra açıklanacak. Çünkü bakın ABD de kişi başına düşen gelir 40.000 dolar civarında. Amerikan insanına baktığınız zaman çok da çalışanlar insanlar değiller. Ben New York ve Dallas’ta yaşadım, insanlar sürekli para harcıyorlar. Sürekli bir tüketim var. Bunun nedeni de şu: az çalışıp fazla para kazanıyorlar. Peki bu yaşam standartlarını nasıl koruyacaklar? İlk ABD’ye gittiğimde 1 galon yani 3,5 litre benzin bir dolar 14 sent idi. Burada litresi kaç dolara geliyor Allah’ını seversen. Dolayısıyla burada bir sömürü ve rant kültürü var. Bugün Irak’ın ortadan kalkması, Kaddafi’nin devrilmesi. Şimdi Kaddafi’den halk şikayetçimiydi? Demokrasi getireceğiz diye ortaya atılan bir oyun var. Demokrasi gelsin güzel de, getirmiyorlar işte. O ülkelerin parçalanmışlıklarından kazanç sağlıyorlar. Irak şu anda bölündü. Türkiye’de etnik çatışma yoktu. Bende lazım ona bakarsan. Lazistan kuralım demiyoruz ki. Ama Lazca dilinin konuşulmasını kültürünün korunmasını isterdim. Kürt dili de konuşulsun. Ama orda Kürdistan diye bir bölge yapıp parçalayıp oradaki petrol ve maden yataklarının sömürülmesi hedefleniyor. Bugün yine ölen askerlerimiz ve PKK’lılar var. Aslında hepsi bizim gençlerimiz. Sonuçta insanı insana düşman yapan şey para ve çıkar çatışması. Bu egemen güçler, bu gün büyük gazetelerin centerlarda, towerlarda, genel yayın yönetmeni 100-150 bin lira para alıyor. Diğer taraftan kameraman 600-700 liraya çalışıyor. Şimdi bunun neresinde adalet.


Türkiye’de milli gelirin yüzde seksenini nüfusun yüzde onu alıyor.

Esasında sadece Türkiye’de değil tüm dünyada böyle.


Usame Bin Ladin’in öldürülmesini konu aldığınız eserinizde; Usame bin Ladin ABD tarafından yaratıldı ve yine ABD tarafından silindi demek istiyorsunuz. Ama insanlar bu eserinize baktığında bunu böyle algılamıyor. Usame bin Ladin öldü diye yorumluyor. Çünkü ilk bakış insana bunu veriyor. Ama siz arkasını dolduruyorsunuz. Peki, bu kadar yaratıcı ve derinliği olan işlerinizi üretirken ilham aldığınız esinlendiğiniz birileri veya bir şey var mı?

Önce şunu söylemek lazım: Bazı hisler yaradılıştan, yani Allah vergisi diyelim. Genetik bir kodlama. Yani birinin sesinin çok güzel olması gibi. Neden Mozart genç yaşta ölmesine rağmen o kadar eser bırakmış? Kendimi onunla kıyasladığım anlamına gelmesin tabii ki bu söylediklerim. Ama bunun nedeni yok. Bu içten gelen bir şey. 1980’li, hatta 70’li yıllarda yaptığım bir işi anlatayım. Mimarlar Odasının yarışması vardı. Çevre kirliliği konulu. Bir parke üzerinde bir kağıt parçası var, kirletmiş caddeyi, üzerinde çevre kirliliği ile ilgili bir haber yazıyordu. Gazete aslında çevreyi kirletmiş oluyor. İnsan bilinçli değil, gazetedeki o haberi okumasına rağmen yine de çevreyi kirletmiş. Birinci olmuştu. Yani başarının sırrı sevmekte, aşkta. Aşk deyince, öğrencilere illüstrasyon konusu olarak aşkı verdim. Dedim ki her türlü aşk, ilahi aşk, kitaba duyulan aşk, anneye duyulan aşk, meslek aşkı, hepsi. Tabi üniversite öğrencisi ne yaptı? Kızlar erkekleri erkekler kızlara olan aşkını çizdi. Bizde meslek aşkı ileri düzeyde. Hep kafamda ne yapsam, ne yapacağım diye fikirler dolaşıyor. I Pad’im var. Ona bir şeyler çiziyorum sürekli. Mesela en son çizdiğim şey: bir pencereden güneş huzmesi geliyor. Ne yapar şuraya güneş düşerse orası daha aydınlıktır. Benim çizdiğim illüstrasyonda güneşin düştüğü yer daha karanlık. Farkında olmadan.


Çok karamsar bir çalışma gibi geldi bize.

Karamsar. Karamsarlıkta var hayatın içinde. İyimserlik ve karamsarlık kardeş gibiler.


Bu örneklendirmenizden aklıma “Kahve fincanları” çalışmanız geldi. Orda da mesela gece-gündüz tezatlığı var.

Bütün mesele şu, hayatımızda hep iyimserlik olursa iyiliğin kıymetini bilmeyiz. Hep karamsarlık olursa, hayat bedbaht bir hal alır. İkisinin dengede olması güzel bence. Eğer ölüm olmasa yaşamın değeri olur muydu? Benim orada iki saat var. Bir tanesi akrep, bir tanesi yelkovan. İkisi bir arada değerlidir. Çünkü ikisi bir aradayken zamanı faydalı bir şekilde gösterebiliyor. Her şey karşıtlıklarıyla güzel.


İnsan kendisine karşıtlar üzerinden anlam yüklemeye kalktığı zaman bir ötekileştirme olmuyor mu? Her şeyi karşıtı var demekle öteki ile tanımlamış olmuyor muyuz? Bu ne kadar doğru sizce?

Bütünleşme anlamında söylüyorum. Fişle priz gibi. Ötekileştirme anlamında söylemiyorum. Tabakla yemek gibi. O parça eksik olduğunda bütün oluşmuyor.


Doğu felsefesindeki ying-yang gibimi demek istiyorsunuz?

Evet aynen öyle ying ve yang. Ötekileştirme, hayatta asla kabul etmeyeceğim şeydir. Zararsız olan her şey benim için makbuldür. İnsanlığa zararı dokunmayan her şeyin başımın üzerinde yeri vardır.


Emek dendiğinde genel olarak insanların algısı bedenen yapılan işler üzerinde yoğunlaşıyor ama fikir işçileri, fikrin de bir emek olarak görülmesi gerekiyor. Bu konuda ülkemizdeki yasal zeminden hareketle bir değerlendirme yapar mısınız?

Geçen yıl 6-7 tane logom vardı para almadım. Çünkü yaptığım işe verdiğim emek dikkate alınmıyor. Ağzımdan çıkan alelade bir cümle gibi görüyor. Emek konusuna gelince bazen şirketlere iş yapıyorum. Kaça yaparsın diyorlar? Bakın şimdi bir banka fincan yaptırıyor. Dağıtacaklar. Bakacağız… Emek kavramına gelince, emek kendini bilmekle ilgili. Bizim ailede şöyle bir durum vardır: ben, eşim, oğlum bize kim ne verirse karşılığında bir şey veririz. Annemde öyleydi, yoğurt getirenin bakracına bir şey koyardı. Çünkü sana bir şey veren insan o uğurda bir şeylerden vazgeçmiştir. Yorulmuş, zaman harcamış, düşünmüştür.


Eserleriniz bir çok dergi, gazete ve medya araçlarında kullanılıyor. Düzenli telif ücreti alabiliyor musunuz?

Yok hayır. Öncelikle ödül alan işlerin telif hakkı o yarışmayı yapan kuruma aittir. Mansiyonlarda ise ödül yoktur genellikle. Örneğin Aydın Doğan karikatür yarışması, o zamanki 1982 Simavi karikatür yarışmasında, ağacı kökünden söküp uçuran güvercin işimi ticari olarak bir yerde kullanamam. Onlardan izin almam gerekir.


Peki, kurumdan izin alıp kullanan kişi bir ücret ödüyor mu? Veya şöyle soralım size telif ücreti olarak geri dönüşümü oluyor mu?

Hayır. Aydın Doğan Vakfı telif ücreti peşine düşmüyor. Aydın Doğan Vakfı’na baktığımız zaman yaptığı yarışmalar çok büyüktür ama orda küçük bir ekip yönetiyor bu olayı sonuçta. Sanatçılıktan veya bu işin çekirdeğinden yetişen insanlar da olmadıkları için, çok da fazla bu işi önemsemiyorlar. Benim üst üste konulmuş merdivenlerin üstünden bakan bir adam işim vardır. Mesela bakıyorum D&R da kitap kapağı olarak kullanılmış. Kaç defa söyledim, fotoğrafını da çektim hatta. Kullanmışlar dedim. İlgilenmiyorlar bu tarz konularla.


Sizde peşine düşmüyorsunuz.

Ben peşine düşsem ne olacak ki. Tek tek ben bunları takip edip, peşinden koşamam ki.


MESAM’ın bu konuda çalışmaları var. Müzik eserleri radyo televizyonda kullanıldığı zaman, eser sahibine cüzi de olsa bir ödeme yapılıyor. Ama fotoğrafta olsun, grafikte olsun, görsel sanatlarda bu konuda önemli bir hak arayışı bulunmuyor.

Biz öyle bir kültürün içinden gelmiyoruz. Benim işlerim o kadar çok kullanılıyor ki internette. Mesela facebook diye bir site var. Bakıyorum, bazı işlerimi yirmi kişi profil resmi yapmış. Ne yapabilirim… Diğer taraftan benim felsefeme göre sanat eserinin insanlarla paylaşılması gerekir.


Eserlerinizin başkaları tarafından bu denli benimsenmesi hoşunuza gitmiyor mu?

Gidiyor, gidiyor. Yaptığım işlerin, insanlar arasında kabul görmesi çok önemli. Facebook’ta 5.000 takipçim var. Onlardan olumlu şeyler geliyor. İltifatlar ediyorlar. Bende onlara diyorum ki: benim yaptığım bu işleri eğer siz paylaşmazsanız hiçbir kıymeti yok. Benim bir işi yapmam ile o işin bir değer olarak kabul görmesi arasındaki ilişkide, payımız yüzde elli-yüzde ellidir. Sen şimdi bir şey yap o orda dursun. Ne işe yarar ki? Hiçbir işe yaramaz.


Biraz da sanatın kategorileştirilmesinden bahsetsek. Örneğin sizce grafikle karikatür arasında ne fark vardır?

Bence fark yok. Grafik herhangi bir olayı, duyguyu, düşünceyi görsel olarak ifade edebilmektir. Karikatür de, nasıl ki bir amblem yapıyoruz. Kitap kapağı yapıyoruz. Farklı farklı ifade biçimleri var. Karikatürde grafiğin içinde bir alan, sadece ifade biçimi farklı. Formülü farklı. Hepsi yemek ama malzemesi ve yapılış biçimi farklı. Mesela Sadık Karamustafa’nın, Savaş Çekiç’in karikatürleri vardır. Grafikerlerde karikatür yaparlar. Afiş yapmak, amblem yapmak gibi. Karikatürün özelliği basit anlaşılır olması, içinde hiciv barındırması ve mizah olması gerekiyor.


Mekan sergileri mi yoksa internet sergileri mi sizce insanlara ulaşma noktasında daha verimli?

Geçen yıl benim Teşvikiye’ de bir sergim oldu. Dört bin kişi gezdi sergiyi. Teşvikiye’de ana cadde üzerinde çok güzel bir yerdeydi sergim. Sonra ben o sergiyi ekavart.tv adlı internet sitesine attım. Yüz yirmi sekiz bin civarında insan tıklamış. Çok büyük bir rakam bu. Bazı fotoğraf sanatçılarının internet sergilerini sekiz yüz bin civarında kişinin tıkladığını duydum. Gerçekten çok büyük rakamlar bunlar. İyi iş yaparsan mutlaka takipçin oluyor.

Siz de bir sendika olarak zaman içerisinde kaliteli, iyi bir ekip oluşturmuşsunuz. Bu konsept güzel. Size karışan eden olmazsa zaman içerisinde yavaş yavaş tanınırlılığınız artar. İyi işler yaptıkça bu katlanarak artar. Bu bir süreç meselesi.


Biz zaten çok büyüme yanlısı değiliz bu yüzden. Büyüdüğünüz zaman işin rengi değişiyor. Büyümek tavizde gerektiriyor. Onun için bizim indimizde nicelikten çok nitelik önemli oluyor. Tabii ki gelişimin temel koşulunun değişim olduğunu da biliyoruz.

Sizin yapacağınız şey şu, kaliteli işler yapmaya devam edin. Şöyle diyelim “basit şeyler çabuk algılanır”. Kaliteli şeyler zor algılanır. Mesela biz küçükken klasik müzik duyduğumuz zaman bu ne biçim kapı gıcırtısı falan derdik. Acaba caz müzik neydi? Orada keman sesi var, piyano sesi var. Söz yok, tanıdığımız bildiğimiz enstrümanlar yok, ama süreç içerisinde o kulakta yer ediyor ve bir senfoniyi dinlerken bir klasik müzik parçasını dinlerken farkında olmadan etkileniyorsunuz. Nasıl ki, her gün güneş doğuyor ama sen güneşe dikkat etmiyorsun ama güneş ışığı sizi etkiliyorsa müzik de öyle bir şey. Sanatta algılaması zor olan şeyler aslında insanda iz bırakır. O yüzden uluslar arası müzik sanatçılarımız, İdil Biret, Suna Kan vs. bunlar pek algılanmazlar. Popüler müzik yapmayan sanatçılarda aynı şekilde algılanmazlar. Çünkü insan kolayı tercih eder. Kolay anlaşılanı anlamaya çalışır. Eve giderken ben şu yoldan mı gideyim, bu yoldan mı gideyim? Kolay yoldan gitmeyi tercih ederler.


Tam o bağlamda bir şey soralım hocam. Özellikle açmanızı istediğimiz Dali’nin bir sözü var: “Benim eserlerim ilk bakışta insana anlaşılmaz gelse de biraz yaklaşınca, içine girince bilinçaltına öyle bir yerleşir ki, ömür boyu unutamazsın.” Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Zaten bütün olay bilinçaltımızda gerçekleşiyor. Bilincimizi şekillendiren dış etkenler var. Yani, ailemiz, çevre koşulları, aldığımız eğitim gibi. Mesela adam dinamitleri vücuduna bağlayıp canlı bomba olabiliyor. Böyle bir bilince sahip olabiliyor. Çünkü bilinç şırınga gibi enjekte edilebiliyor. Bilinç altı da gerçi bilincin etkisinde ama bilinç altında çözemediğimiz şeyler var. Zaten Freud da psikanalizde bastırılmış duygulardan bahseder. Şimdi evet Freud’a katılmak gerekiyor ama bilinçaltı sadece bastırılmış duygularla mı şekillenir? Bu konuda çok iddialı bir yaklaşım bence bu. Ama Dali’ye de kesinlikle katılıyorum. Olay şu zaten. Sanat eseri dediğimiz şeyin ilk bakışta anlaşılmaması gerekiyor. Sanatın olayı şudur: sana güzel bir şey sunmaktan öte, senin o noktaya dikkat etmeni sağlar. Ne saçma şey bu dersin. Bu ne demek istiyor diye anlamaya çalışırsın. Zaten oraya dikkat kesildiğin zaman –atlayıp geçtiğin zaman bir etki kalmaz- İnternette her gün bir sürü güzel görüntüler görürüz aklımızda kalmaz. Farklı olan şey aklımızda kalır. Ve sorular sorarız. Bir insana soru sordurabiliyorsan o insandan korkmamak gerekiyor. Çünkü insan o sorunun peşine düşecektir. Bilinçlenecektir. Bilinçaltı bize soru sormayı, sorgulamayı öğretir. Sorgulamak araştırmayı öğretir. Araştırmak gelişmeyi getirir. İşte Dali’nin resimleri gibi. Biz çocukken resim yapardık. Portren ne kadar sana benzerse o kadar güzel bir şey. Nasıl benzedi ya filan. Mesela adam gergin bir tuvale önden ve arkadan ustura atmış ve üç defa tuvali kesmiş. Şimdi bunun neresi güzel? Bu resim müzelerde yer alıyor şu anda. Baktığınızda bu resimler milyonlarca dolar değer biçiliyor.


Neden bu kadar değerli?

Çünkü orda ne yapıyor biliyor musunuz? Resme şöyle bir bakış açısı getiriyor. Hiç yapılmamış bir şey yapıyor. Nasıl ki biz kalemi çizgi olarak kullanıyoruz, boyayı renk olarak kullanıyoruz. Usturaya gergin tuvale attığı zaman, yüzey beyaz veya kırmızı veya mavi fark etmiyor. Orada kesik yerden gözüken arka duvardaki karanlık ve tuvalin hafif açılması bir ton meydana getiriyor. Farklı bir bakış açısı resimde. Resme baktığında oradaki ritmi görüyorsun. Kesiği görmüyorsun. Ben 1990 yılında ilk defa Amerika’ya gittiğimde modern sanatlar müzesi Mobile’ı gezdiğimde şaşırıp kaldım yani. Şu kitaplıktan iki tane kadar bir odada, iki tane yan yana tuval var. Bir tanesi beyaz, bir tanesi simsiyah üzerinde bir şey yok. Orada bütün bir mesela tamamen siyah ve beyaz bir resmin görenlerin üzerinde bıraktığı psikolojik etki. Duygular üzerinde meydana getirdiği etki.


En beğendiğiniz, gerçekten çok iyi dediğiniz marka logoları hangileri?

Yeni değişen Star TV logosu bence cnbc-e’yi çağrıştırıyor. Eski logosu bence çok daha iyi idi. Logonun o kadar iddialı olmasına gerek yoktur bence. Esasında şirket büyüdükçe logo da büyüyor. Nike bugün küçük bir firma olsaydı, Starbucks küçük bir firma olsaydı, belki logoları insanların hoşuna gitmeyebilirdi. Ne olursa olsun oradaki işaret temsil ettiği şeyi hatırlatmalı. Mesela Coca cola logosunu bilmeyen yok. Ama Coca cola bir asırdır logosunu hiç değiştirmemiş. Pepsi ise defalarca değiştirmiş. Öyle olunca Pepsi’nin esamesi okunmuyor artık.


Sizce günümüzde sanatçı özgür mü?

Sanatçının çok özgür olduğunu düşünmüyorum. Tüketim toplumunda yaşıyoruz. Bugün mesela resimleri iyi satan bir ressam satış kaygısı altındadır. Çünkü koruması gereken standartları var, harcamaları var. Zaten “Sergiyi kaç kişi gezdi?”demezler. “Kaç resim sattın” derler. Satış kaygısı ile ifade etmek istediği asıl şeyin dışına çıkan veya “bu iyi satar” diye bir iş yapan sanatçı özgür değildir. Diğer taraftan benim muhalif bir tarafım vardır. Zaten karikatür sanatının işlevi hicvetmek, muhalif olmaktır. Çelişkileri göstereceksin ki, ortadan kalksın. Bir de hangi gazeteye bakarsanız bakın, işten atılmış gazeteciler var maalesef. Çünkü hükümete muhalif olmak, çoğunlukla gazete patronunun pek istemeyeceği bir durumdur. Bu da sanatçıların özgür olmadığını gösteren parametrelerden.


Son dönemde içinde bulunduğumuz sosyo-kültürel ortamı nasıl yorumluyorsunuz?

Son dönemde gereksiz bir dindarlık tartışması gündemin merkezine oturdu. Ben Allah’a inanan bir insanım ama dini vecibelerimi yerine getiremiyorum. Getirmek isterim bir taraftan, ama insan bir taraftan yerine getirmek isterken bir taraftan getirmek istemiyor. Çünkü din zorla dayatıldığı zaman insanı uzaklaştırıyor. Adam İslam’ı tanımlarken “cennette yetmiş tane kadın verilecek” diye tanımlıyor. Ya ben kadın için mi ibadet edicem? Benim kadına ne ihtiyacım var. Tamam insan vücudu yemek yemek gibi eşine de ihtiyaç duyar buna evet. Karşı cinsle birleşmeyi insan ister. Çünkü hayatın kanunu bu. Çiçekler bile o şekilde açıyorlar. Ama benim için cinsellikten çok daha önemli şeyler var. Sizin dostluğunuzu kazanmak gibi mesela. Gökyüzünün maviliğini görmek, temiz havayı ciğerlerime çekmek sabah kalkıp “oh ne güzel bir gün, çok şükür” diyerek güne başlamak. Borcumun olmadığını, düşmanımın olmadığını düşünmek. Adam diyor ki: “yetmiş tane huri olacak, hiçbir zaman cinsel gücün bitmeyecek, her biri birbirinden güzel gelecek sana. Falan, filan, falan”. Cennete insanlar cinsellik için mi girecekler? “Allah” diye bir kavramın bu kadar basitleştirilmemesi gerekir. Çünkü buna ihtiyacı yok. Ben zannetmiyorum. Ben şuna çok inanırım. Allah’a inanan insan yalnız kalmaz. Benim ağabeyim kanser hastası ben onun içinde sürekli dua ederim. Annem, babaannem evime gelince seccade isteyip namaz kılarlar. Onların namaz kılmasından kaynaklanan evin içinde uhrevi bir hava oluşur, bu yadsınamaz.


Hocam “eşeğin gölgesi davası” gibi bir durum.

Evet böyle gereksiz bir şekilde insanları bölüp kamplara ayırmanın anlamı yok. Yoksa tüm insanların kromozom sayısı, iskelet yapısı, kan değerleri aynı. İnsan çok mükemmel bir varlık da olabiliyor, en aşağılık canlı da olabiliyor. Benim hayat felsefemde sadelik ve herkesin hakkını gözetmek var o kadar. Sonuç olarak sanatçının özgürlüğünü kısıtlayan iki faktör var ülkemizde: birincisi satış kaygısı, diğeri ise siyasi duruş.


Bize zaman ayırdığınız ve olanca içtenliğinizle sorularımızı cevapladığınız için teşekkür eder çalışmalarınızda başarılar dileriz.

Ben sizlere teşekkür ederim. Bu sohbet vesilesiyle eşlerinize de birer kitabımı hediye ediyorum.


Comments


bottom of page