top of page
Yazarın fotoğrafıAltar Kaplan

Bedenimiz Sahip Olduğumuz Tek Şeyimizdir

30.09.2011 - Taksim


Türkiye’de “Dövme” sanatçıları içerisinde saygın bir yer edinen “Ruhsel Donbalak” ile İstiklal Caddesindeki stüdyosunda görüştük. Ünü kulaktan kulağa yayılan “usta” bize dövme sanatının tarihini, mesleğinin inceliklerini, müşterilerinin genel profilini, sosyal hayata yönelik gözlemlerini ve temennilerini açık yüreklilikle anlattı. Dövme yaptırmak isteyenlere tavsiyelerini de söyleşide eklemeyi unutmadı. Bazı bıçak sırtı konulardaysa kimi zaman kısa ve öz cevapları ile kimi zamansa suskunluğunu göstererek kendi perspektifinden anlamlı cevaplar vermeye çalıştı.



Her şeyden önce isminiz ve soyadınız çok ilginç, anlamları nedir acaba?

İnanın bende bilmiyorum. Literatürde olan bir isim değil. Adımı babam koymuş. Ben bir yaşındayken de vefat etmiş. Annem de Karadeniz kadını, hiç babama sormamış anlamını. Şimdiye kadar adı “Ruhsel” olan biriyle de hiç karşılaşmadım. “Donbalak” soyadının da anlamını bilmiyorum. Ama babam ilginç biriymiş galiba. Örneğin kardeşimin adını da “Rehber” koymuş.


Tarihsel süreçte “dövme” ilk nerede ortaya çıkmış. Biz başlangıcı Mısır’da diye biliyoruz. Ama eski Roma’da kölelere ve lejyonerlere yapılmış. İnsanlar niye dövme yaptırmaya gereksinim duymuş?

Nasıl başladığına ilişkin çok belirgin bir bilgi yok. Ama birçok kültürde birbirinden bağımsız olarak başladığını biliyoruz. Bazı kültürlerde çok kenarda köşede kalan bir detay olurken bazı kültürlerde dini ritüellerin içerisinde var olmuş. Bazı kültürlerde hayatın gerçekten çok içinde var olmuş. Örneğin bir Borneo yerlisi dövmesiz doğabilir ama dövmesiz ölemez. Çünkü dövmesiz ölürse ruhunun kaybolacağı bilgisi ile yetiştirilmiştir. Mutlaka oradaki herkesin bir dövmesi olması gerekiyor. Bir diğer yerde işaretleme olarak ayrışabiliyor. Bir grubu diğerinden ayırmak üzere de kullanılıyor. Bu pozitif bir ayrım olabileceği gibi, Roma’daki gibi suçlulara uygulanmak suretiyle negatif de olabiliyor.


Kölelere de uygulanmış galiba?

Evet kölelere vesairelere uygulanabiliyor. Birçok kültürde birbirlerinden bağımsız ve çok çeşitli yöntemlerle yapıla gelmiş. Tarih diyebileceğimiz bilinen dönem dahilinde hep olmuş ve çok eski. Biz okuduklarımızdan ilk Mısır da görüldüğü, eski Türk toplumlarında kahramanlık gösterenlere koçbaşı şeklinde dövme yapıldığını biliyoruz.


Eski Yunan da mesela Atina da cezalandırılmak üzere suçlulara yapıldığı bilgisine sahibiz.

Tarih bazen rivayetler bazen de kayıtlarla kendini gösterir. Bazen de kayıtlı olanlarla rivayetler iç içe girer. Çok net şeyler söyleyemiyoruz. İşte mesela Mısır da dövme yapıldığını mumyalardan öğreniyoruz. Ama biz dövmeyi tüm Mezopotamya havzası kullanmıştır diyebiliriz. Çünkü bu bölgede günümüzde bile geleneksel olarak dövme yapılmakta olduğunu görüyoruz. Özellikle Güneydoğu Anadolu da dövme, “dak” veya “dag” diye kadın ve erkeklerde de vardır. Eskimolara gidiyorsun onlarda yöntem tamamen değişiyor. İğne batırma değil de ipliği derinin altından geçirmek suretiyle alınlara işaretlemeler var. Japonlara bakıyorsun bambaşka bir iğne batırma tekniği. Yeni Zelanda ya gidiyorsun bambaşka bir yöntem ortaya çıkıyor.


Birçok toplum yaşadığı coğrafyaya uygun bir teknik geliştirmiş. Ama bizim yaşadığımız toplumda İslam inancının dövmeyi hoş karşılamaması nedeniyle pek yaygın değil. Bu açıdan diğer toplumlarla Türk toplumunun dövmeye bakış açısını kıyaslar mısınız?

İslam dövmeyi çok olumsuzlamaz ama çok olumlu da yaklaşmaz. Mesela Osmanlı’da Yeniçeriler arasında çok yaygın bir uygulamadır. Bektaşilikte var olan bir şeydir. İslamiyet demeyelim de aslında dinlerin çoğu, Yaratıcının vermiş olduğu temiz ve pak bedeni kirletmemek üzere hareket eder. Mesela bunu Hıristiyanlıkta ve Musevilikte de görebiliriz. Aynı yaklaşım orda da vardır. Dinlerin hoşgörü zeminine bağlı olarak toplumdan topluma dövme azalmış ve çoğalmıştır. Örneğin Roma’da dövme vardır fakat yaygın değildir. Roma sonrası Ortaçağ Avrupa’sına baktığımızda dövme yoktur.


Peki, Avrupa’da dövme tekrar ne zaman revaçta oldu?

1700’lerde deniz ticaretinin artması ile birlikte Uzakdoğu’ya gidiş gelişlerin artması ile denizciler üzerinden dövme tekrar Avrupa’ya gelmiştir. 1900 lere gelene dek toplum içi diye tabir edilen kişilerin yaptırdığı bir şey olmaktan çok; gösteri sanatları ile uğraşanlar, sirk çalışanları, gezgin tiyatrocular, soytarılar vesaireler. O tip insanların uygulaya geldiği bir şey olmuştur. 1900 lerin ikinci çeyreğine girdiğimiz zaman askerlerle birlikte biraz daha popülerlik kazanmıştır. Ama dünyadaki bu yaygınlık Türkiye’de dahil olmak üzere 50’ler itibariyle dövme legalleşiyor ama asıl 90’larda tam ivme kazanıyor. Bu gün mesela bütün toplumlarda ve kültürlerde uygulana gelen bir şey haline geliyor.


Sizin dövmecilik serüveniniz nasıl başladı?

Benim ki biraz şansa başladı. Çünkü ben başladığım zaman “dövmecilik” diye bir meslek Türkiye’de vardı diyemiyorum. Biraz yaşında getirdiği gözü karalıkta vardı galiba o zamanlar. Şimdiki yaşımın olgunluğu ile bakabilseydim hiç olmayan bir mesleği meslek olarak benimsemeye cesaret edemezdim muhtemelen. Çünkü ben başladığım zaman Türkiye’de “dövmeci dükkanı” yoktu henüz. Ben başladıktan kısa bir süre sonra bir arkadaş stüdyo açtı. İlk yıllar çok popüler ve çok talep edilen bir şey olmadığı için çok yoğun dövme yaparak ve hayatımı büyük paralar kazanarak geçirdiğimi söyleyemem. Ben okumayı erken bıraktım. Yıldızım hiçbir zaman barışamadı standart eğitim sistemi ile. Çok erken yaşlarda da bir meslek edinmek gerektiği için iş hayatına girdim. Üretimle ilgili bir şeyler yapıyorduk, tekstil işindeydim. Orada çok yüksek bir aidiyet kuramadım. 4-5 yılımı aldı o dönem ama çok yüksek bir aidiyet kuramadım kendimle yaptığım iş arasında. Sonra ticarete atılıp alıp-satma işleri yapayım dedim. Orada tamamen yabancılaştım. Çünkü üretim işi ile her ne kadar aidiyet kuramamış olsam da tekstil işinde bir şey üretiyor olmak yine de keyifli bir süreçti. Ticarette hiçbir üretim yok. Sadece para kazanmak üzerine tanımlanıyor her şey ve bir süre sonra hayat sadece paraya dönüşmeye başladı benim için. Ama hayat sadece para kazanmak üzere kurgulandığı zaman çok başka bir yere giderim diye ürktüm. Ve ticarette de yaşımla karşılaştırıldığı zaman çok başarılıydım o zaman. İyi bir ticaret erbabı olabileceğimin çok fazla ipucu da vardı ama ondan da uzaklaştım. Sonra tesadüf eseri bir ahbabım amatörce ellere pıt pıt pıt bir şeyler yapıyordu. O dövmeydi. Bende “bu iş yapılır ya, bunu ben meslek olarak ta yaparım” dedim. İşte o deli cesareti ile başladık ve bugüne geldik.


Kendiniz ilk dövmenizi ne zaman, nerde yaptırdınız?

İlk kez Bodrum’da, 18–19 yaşlarında, küçük bir dövme yaptırdım.


Sizin ustanız kimdi, bu sanatı nasıl öğrendiniz?

Çok da profesyonel olmayan bir arkadaşımdan öğrendim, sonra farklı kaynaklardan beslenerek yıllar içinde ustalaştım.


Yaptığınız iş görsel bir şey. Sanat olarak kabul edenler bile var. Sizin bu işe başlamadan önce görsel sanatlarla mesela resim üzerine çalışmanız veya bu yönde bir eğitiminiz oldu mu?

Şimdi benim okuldan hazzetmemem okulla bağımı da erken koparmam aslında benim için avantajlı bir durumdu. Okul insanları körelten bir yapıya sahiptir, herkesi tek tipleştiren bir yapıya sahiptir. Vermek istediğini vermek istediği biçimde vermek istediği miktarda verir. Ve ortalamaya göre verir. Ben ortalamanın üstündeyim veya altındayım anlamında bunu söylemiyorum. Ama herkesin ortalamanın üstünde ve altında olduğu halleri vardır. Eğitim sistemi buna pek itibar etmez. Eğitim sistemi ortalamaya göre verir ve köreltir. Ben okul sürecindeki körelmeyi yaşamadığım için özgüvenim her zaman vardı. Ben şeye inanırım “herkes güzel resim çizebilir” “herkes güzel müzik yapabilir”. Bir enstrümanda “virtüöz” olmak veya çok iyi resim çizebilmek bazı insanlara hastır, ama güzel resim çizebilmek herkesin yapabileceği bir şeydir. Bir enstrümanı güzel çalmak herkesin yapabileceği bir şeydir. Ben o kısmını kapatmadığım için kimliğimi dövme için resim çizmem gerektiği zaman o resmi çizebilecek özgüvenim de enerjim de vardı. Ve resim çizmeye başladım ve çizdim.


Dövme yapımında nelere dikkat etmek gerekir, sizce dövme yaptıracak kişi neyi öncelleştirmeli?

Olayın sağlıkla ilgili iki tane ana bloğu vardır. Birincisi sıhhi kısımla ilgili, beden sağlığımızla ilgili, fiziksel sağlığımızla ilgili. İkinci olarak ruhsal sağlığımızla ilgili kısmı vardır. Genelde insanlar ruhsal sağlık kısmına çok itibar etmezler. Daha çok fiziksel sağlık kısmını önemserler. Haklı da olabilirler kısmen ama ikisine de eşit önem vermek bence daha doğrudur. Fiziksel sağlık için dövme yapılırken kullanılan malzemelerin bir kişiden diğerine hastalık bulaştırmayacak şekilde temiz ve kişinin vücudunda bir takım hasarlar oluşturmayacak şekilde de bedenle uyumlu olması gerekir. İnsanların vücudunda kullanılan malzemelerin hiçbiri ikinci bir kişi üzerinde veya ikinci bir kez kullanılmamalıdır. Tek kullanımlık malzemeler kullanılmalı. İğne ve iğnenin detayı olan boya kabı, iğnenin temas edeceği diğer aparatlar tek kullanımlık olmalıdır. Ve olası olumsuz durumlara karşı sterilizasyon uygulanmalıdır. Ki dövme yaptıran kişinin vücuduna başka birinin vücudundan geçebilecek ve kişiyi hasta edebilecek, öldürebilecek bakteri, virüs, mikrop, mantar vs. bulaşmasın. Boyanın içinde herhangi bir toksik veya alerjik maddenin bulunmaması gerekir. Boyanın doğal pigmentlerden üretilmiş olması gerekir. Ki dövme yaptıran sorun yaşamasın. Bu yüzden kullanılacak boyaların dövme yapılmak üzere tasarlanmış boyalar olması gerekiyor. Herhangi bir amaçla üretilmiş –resim çizmek için, yazı yazmak için, kıyafet boyamak için ya da gıda renklendirmek için üretilmiş- değil sadece ve sadece dövme yapmak üzere üretilmiş boyalar olması gerekir. Nerde ve hangi firma tarafından üretildiği bellidir. Tescilli markalardır. Ama şöyle bir açmaz var mesela…


Çin malları…

Evet, Çin malları var. Bu gün Türkiye ye giren boyalar denetimsiz boyalar olduğu için, ticaret erbabında yaptığı şeyi sorgulamak, ahlak tartışması yapmak çoğu zaman çok söz konusu değildir. O alır ve satar ve ne kadar karlılık olacak ona bakar. Dolayısı ile bu işin ticaretini yapan insanlar da bu ürünleri en ucuz alabildikleri yerlerden alırlar. Bunun karşılığı Çin’dir. Çin’deki üretimler de denetimsiz üretimlerdir çoğu zaman. Buna dikkat etmek lazım.


Bunu engellemek için bir dernekleşme süreciniz vardı galiba?

Dernekleşme süreci oldu tamamlandı. Sonra meslek olarak tanımlandık. Meslek standartları oluştu. Yılbaşı öncesi TESK’e (Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu) gittik birkaç dövmeci arkadaş. Orada meslek standartlarının oluşmasına yönelik üç günlük bir eğitim programına katıldık. O bilirkişiliğimiz doğrultusunda da şu an bakanlık bir takım düzenlemeler yapıyor. Artık Türkiye’ye giren dövme boyaları Sağlık Bakanlığı tarafından denetleniyor olacak ki bu oldukça olumlu bir gelişme. Faturalandırılmış ve içeriği belli malzemeler kullanılması gerekiyor. Bunlara dikkat edildikten sonra fiziksel olarak bir şey olmaz.


Dövme yaptıracak kişiler daha çok neleri tercih ediyorlar?

Neleri daha çok tercih ediliyor sorusu içinde de psikolojik kısmı var olayın. Dövme kişiye ait bir şeydir ve günün popülerliğine göre yapılmaması gereken bir şeydir. Şu dövme modeli güzel gidip bende ondan yaptırayım kadar tehlikeli bir şey yoktur. Dövme istiyorum diyor mesela birçok insan. Şu soruyu mutlaka sormaları gerekiyor: “niye istiyorum?” “benim dövmem olmak zorunda mı?” Hayır değil. Herkesin dövmesi olması gerekmiyor. Güncel popülerlik sanki herkesin dövmesi olması gerekiyormuş hissini üretiyor. Bu çok tehlikeli bir şey. Gerçekten dövmeye sahip olacaklar dövme yaptırmalılar. O kişiler de şu bunu yaptırıyor, bu bunu yaptırıyor diye değil de “ben gerçekten neyi istiyorum?”u iyi tespit etmeleri gerekiyor.


Kadınlar mı erkekler mi daha fazla dövmeye ilgi gösteriyor. Bunda bir farklılık gözlemliyor musunuz?

Yok, eşit durumdalar. Sadece kadının talep ettiği dövme ile erkeğin talep ettiği dövmeler şeklen birbirinden farklıdır. Kullanılan bölgeler bazen farklılaşır ama cinsler arasında talep aşağı yukarı eşit.


Bildiğimiz kadarıyla dövme yapılacak bölgelerle, şekille ve yaptırmak isteyenin yaşı ile ilgili bazı kriterleriniz var. Herkese de dövme yapmıyorsunuz. Bunun nedenini açıklar mısınız?

Kriterlerim aslında “Ruhsel herkese dövme yapmaz, her şekli yapmaz” gibisinden havalı olsun diye değil, daha çok şunun üzerinedir: Malumunuz ki ben dövmeyi çok iyi biliyorum ve dövmenin insan ruhunda olumlu ve olumsuz neler yaratabileceğini çok iyi bildiğim için orada kişinin yaşayabileceği riskleri minimuma indirmeye çalışırım. Görevim değilken aslında bir nevi danışmanlık hizmeti de veririm. Bu “yaparım, yapmam” da aslında danışmanlığın dahilinde olan şeylerdir. Bunları “hayır, dikkat et, tavsiye ederim” şeklinde üçe ayırırım. On sekiz yaş altı hayır kısmındadır. 18-23 arası “dikkat et” kısmıdır. Ama bu yaş grubu içinde “hayır” diyebileceğim dövmeler vardır. Çünkü bu yaşlarda kişilik-kimlik gelişimi devam ediyordur. Kişi “ben artık büyüdüm” diye düşünür ancak büyüme devam ediyordur. Fikirler, estetik algılar birçok şey değişecektir. Dolayısı ile 18-23 arası dönem de “hayır ve dikkat et”in iç içe girdiği bir dönemdir ama 25 yaş üzerine daha çok tavsiye ederim. Orda da “şu büyüklük daha doğru olur, bu şekli şöyle yaparsak daha keyifli gözükebilir, şu şöyle olabilir” yani orda daha çok uyarılar vardır ama, nihayetinde hani kutsal kitapta yazılmış katı kurallar değildir bunların hiçbirisi de. Ama bazı katı şeyler var mıdır? Vardır. 18 yaşın altındakilere hiçbir koşulda yapmam. Birçok genç anneyi babayı ikna etmiştir gelirler. Anne-baba bıktığı için onaylamıştır, istediği için değil. Dolayısı ile o çocuğun 5 sene sonra ne düşüneceğini o çocuk dahi bilmiyor ki anne-baba biliyor olsun. Ve pişman olma ihtimali çok yüksektir. Çünkü bu gün “dövme” diye bir sektör var artık “dövmecilik” mesleği diye bir meslek var. Ve bir sürü dövmeci meslektaş var. Ama işin tehlikeli tarafı şudur: Bir sürü de dövme silme merkezi de var.


Silmek yapmaktan daha zor değil mi?

Silmek yapmaktan hem daha zor, hem de yüzde yüz başarı getiren bir şey değil. Ciddi vücut deformasyonuna yol açabiliyor. Üreten ya da ticaret dahilinde bir şeyler yapan insanları olumsuzlamak istemiyorum elbette bu yaşamın günümüzde bir parçası ama ticaret erbabı şunu düşünmez mesela “her gün televizyonu açtığı zaman on tane çikolata reklamı, beş tane cips reklamı, üç tane gazlı içecek reklamı ile karşılarız” Ve bunlar lezzetli şeyler olarak insanlara sunulur ve yemeleri içinde sürekli dikkatleri çekilir. Bu reklamlar arttıkça bu şirketlerin satışları ve karları arttıkça karşılığında “obezite” diye bir gerçekle karşılaşıyoruz. Obezite Amerika’daydı, çığ gibi bütün Avrupa ve Türkiye ye de yayılmış durumda şu anda. Ve her taraf spor salonu dolmaya başladı. Bir tarafta kötü beslenen obezler var, bir tarafta da spor yapacağım diye çıldıranlar var. İkisi de tehlikeli uç. İşte o tehlikeli uçlarda olmaktansa düşünüp tasarlayıp makul davranışı geliştirmek her zaman çok daha sağlıklıdır. O yüzden dövmeyi iyi düşünelim ki bir dövme sildirme merkezinde bulmayalım kendimizi. Dövmemizi iyi düşünelim ki olumsuz dövmenin meydana getirebileceği travmalarla uğraşmayalım. Dövmemizi iyi düşünelim ki bir iş başvurusunda sırf dövmeden dolayı işe alınmıyor durumuna düşmeyelim. Dövmemizi iyi düşünelim ki işimizle ilgili kariyerimizi engellemesin. Bunlardır benim dikkat çektiğim konular. Burada insanlar işte “katı kuralları var Ruhsel’in” falan derler, ama bu kural falan değil sadece korumaya, işini hakkıyla yapmak.


Anlaşılan mesleğinizle ilgili bir etik ahlak anlayışı geliştirmiş durumdasınız.

Evet, evet. Ama kişi ben ısrarla isterim derse, ben her hafta 2 ya da 3 tane müşteriyi başka dövmeci arkadaşlara yolluyorum. Ben yapmam ama ille de yaptıracaksan şu arkadaşa git en azından temizlik hususunda, sağlık konusunda sorun yaşamayacağını bildiğimiz yerlere yolluyorum ama orda yapıyorlar mı yapmıyorlar mı bilmiyorum. Ama en azından ben bunu yapıyorum.


Sohbetimizin başında dövmenin tarihsel sürecinden bahsettik, peki günümüzde toplumun daha çok hangi kesimi dövmeye rağbet ediyor? Sanatçılar mı? Sporcular mı? Öğrenciler mi?

Kesim kalmadı artık.


Genç-yaşlı, zengin-fakir ayrımı anlamında bir farklılık var mı?

Yok, yok. Onun ayrımı kalmadı artık. Çünkü her kesimden, her yaştan insan yaptırıyor. Çünkü bir şey popüler olduysa onun reklamına çok fazla artık gerek yoktur. Ve bu popüler olma hali de destekleniyor bir şekilde, sistem tarafından da destekleniyor. Örneğin cep telefonu da desteklenir, konuşma da desteklenir vesaire. Ama dövme de mesela işte atıyorum: çok alakasız bir yere de girmek istemiyorum ama dünyaya bakıyoruz mesela 1900’ler insanlar işte dönüşüm halindeler. Sanayi devrimleri olmuş, siyasi ve sosyal olarak bir takım değişimlere uğruyor dünya. I. Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşı yaşanıyor. Sonra 50’ler 60’lara bakıyoruz kitleler şeyin farkındalar, birlikte oldukları zaman bir şeyleri değiştirebileceklerinin bilincine varmaya başlamışlar. 60’lar işte Avrupa’ya bakıyoruz Amerika’ya bakıyoruz. Veya dünyanın diğer bölgelerine bakıyoruz. Her tarafta bir takım kitle hareketleri var. Bu da sistemin çok hoşuna giden bir durum değil. Bu sefer ne yapmak gerekiyor? Bir şekilde o insanları pasifize etmek gerekiyor. Birlikte gibi dursunlar ama pasifize olsunlar. Ne oluyor Avrupa da Amerika da? Budizm gibi çok pasif kişiyi bireyselleştiriyormuş gibi gözüken bencillik çukuruna düşüren bir düşünce ya da din akımı –bu inanca sempati duyanları da rencide etmek istemem ama kişisel fikrim bu- insanları bencillik çukurlarına düşürüyor. Dolayısı ile o “çiçek çocukları” çıkmıştır mesela, aslında sistem tarafından aslında karalanırken olumlanmış olan bir şeydir. Çünkü onlar sabahtan akşama kadar işte “haleluya”, işte eğlenirler, harikasın bilmem ne, ot içerler bilmem ne yaparlar. Özetle pasifize olmuşlardır. Bir şey almak üzere birleşmiş olanlara ise şiddet uygulanmıştır ve nötralize edilmeye çalışılmıştır. Orda da insanları aşırı bir şekilde tüketime yönlendirme çabalarına girilmiştir. Ve bu 80’lerden itibaren de başarılmaya başlanmıştır. Bu durum televizyon, kitle iletişim araçları vasıtasıyla da iyice güçlenmiştir. Futbol mesela inanılmaz bir sektöre dönüşmüştür. Tesadüf değildir bu durum, bilerek tasarlanan bir şeydir. Siyasi tarih uzmanı değilim nihayetinde, ukalalık yapmak da istemem. Ama günümüzde benim gördüğüm; çocuk beş yaşında okula başlıyor. Güya bir eğitim veriliyor ona, bence beyni 8 milyar tane şeyle dolduruluyor. Korkunç büyük bir hafıza lobu ortaya çıkarılıyor. Ama düşünme lobu, hayal gücü yok ediliyor. Yaratıcılık yok ediliyor. Hayatta para kazanması için gerekli olan teknik donanım veriliyor. Ama duygu gelişimi için en küçük bir ders yok. Sevme dersi diye bir ders yok. Duyguları tanıma dersi diye bir ders yok. Para yaşamamız için önemli ama sevmeyi nerden öğreniyorsun Sezen Aksu’dan öğreniyorsun. Aşık olmayı şarkılardan türkülerden öğreniyorsun. Ve bir sürü travmalarla büyüyor insanlar. Okul, ilkokul, lise, üniversite yok efendim orda staj yap master yap derken 30 yaşına geliyor insanlar hop diye kalıyorlar hayatın ortasında. Yalnız ve mutsuzlar. Ne öğrendiler peki? Sadece tüketmeyi öğrendiler.


Cepleri dolu ruhları boş.

Yani ben o kadar keskin kullanmayayım cümleyi ama. O ruhsal boşluklarını tamamlamak için bir takım eklenmelere ihtiyaç var. Budizm, reiki, meditasyon şunlar bunlar 85’ten sonra ülkemizde de görülmeye başlandı. Ne demişti işte rahmetli Turgut Özal “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağım” . Bu ekonomik ve siyasi anlamda değildi bence. Yaşam tarzı kastediliyordu ve öyle oldu. Televizyonların başından ayrılmayan, sürekli tüketen, bir şey düşünmeye hiç vakitleri olmayan insanlar topluluğu haline getirdiler. Bu tüketim dahilinde bir şeye dönüştü dövme. Ben dövmeciliğe başlarken çok popüler olacağı yönünde yüksek öngörülerde bulunarak çok iyi iş yaparım düşüncesiyle başlamamıştım. Ben işte iyi kötü hayatımı devam ettirebilirim. Haftada iki dövme yaparım öyle geçinir giderim üzerinden devam ediyordum. Öyle bir popüler hale geldi ki insanlar şeyi unuttular. Beden bizim tamamen sahip olduğumuz tek şeyimizdir. Diğer sahip olduklarımızın hepsini kaybederiz. Arabamızı satarız. Evimizden taşınırız. Annemiz vefat eder. Eşimizden ayrılırız. Tek sahip olduğumuz bedenimizdir. Onu dahi o kadar hoyratça kullanabilecek bir duruma geldiler. Ve bunu da o popülizm yapıyor. Mesela bugün 19 yaşında bir genç ya da 25 yaşında bir genç şunu dememeli “benim de bir dövmem olmalı, ne yaptırsam acaba?” Dövme böyle olan bir şey değildir. Bir şeyler yaşanır ve bir duygu hissedilir ve o; birinde sohbette açığa çıkar o duygu, birinde efendim şiir olarak açığa çıkar. Birinde işte efendime söyleyeyim, şarkı söyleyip bağırarak açığa çıkar. Birinde hüzünlenerek açığa çıkar. Bir diğerinde de dövme olarak açığa çıkar. Onlardan bir tanesidir bu.


Bir duygunun somutlaştırılması mıdır yani dövme?

Bir duygunun hayata yansıma biçimidir. Bir olma halinin yansıma biçimidir. Kişinin ruhuyla yüzleşmesi halidir. Ruhumuz bedenimize yansır dışarıdan ruh adı alınabilir mi?


O zaman iç dünyasının yansımasıdır.

İç dünyasının bir yansımasıdır evet. Ama bugünkü günümüz insanına bakıyoruz. Ruhunu geliştirmek yerine, kalite bir şey giydiyse onun için çok daha önemli. Güzel pantolon, güzel ayakkabı, güzel ceket, güzel şu varsa, güzel bu varsa tamam. Gerisine hiç gerek yok mantığı ile baktığı için o davranışın aynısını dövmede de yapıyor. Bedenine bir takım dövmeler ekleyerek kişiliğini geliştirdiğini düşünüyor o aslında, ben iki tane ana gruba ayırıyorum bu durumu. Bir grup kişiliğini dövmesine yansıtır. Onun hayata bakma, algılama, estetik ya da anlam her neyse illaki anlamlı olması gerekmiyor. Estetik bakışın da bedene aktarılması olabilir. İkinci bir grupta dövmesi ile kişilik alır. Şunun dövmesinden yaptırdığı zaman o kişinin kişiliğini taşımış gibi hisseder kendini. Orada bir empati kurar. Bu empatiyi kılık kıyafetle yapmasında mahzur yoktur ama dövme ile yapmaya kalktığı zaman o pop karakter ya da ikonun modası geçecektir. Mesela 8-10 sene önce Angeline Jolie dövmeleri deli gibi yaptırılıyordu, şimdi Rihanna dövmeleri yaptırılıyor.


Dolayısıyla Angelina Jolie’nin modası geçince yaptıranlar dövme sildirmeye koşuyorlar.

Aynen öyle. Rihanna’nın modası geçince de öyle olacak. Dövme insan kişiliğinin en özgür olduğu alandır. Ve kişinin orda kendi ruhuyla yüzleşmesi gerekir. Çok hızlı tüketim toplumunda olduğumuz için o sürece girmeyi istemiyor. “hemen istiyorum, düşünmeye gerek yok” . Birileri bunu daha önce düşünmüş, neyi güzel bulmuş, şunu güzel bulmuş, o zaman o güzeldir deyip onu alıyor. O onun için güzel senin için güzel olup olmadığını test edebileceğin bir alan değildir dövme. Bunu kıyafette test edersin, sana uygun değildir çıkarır atarsın. Bir müzik grubundan etkilenirsin, onlar gibi giyinebilirsin bir dönemde sonra normalleşirsin, kendine gelirsin? Kendi seçtiklerini giymeye başlarsın. Birinin saçını beğenirsin onun gibi saç uzatır, kısaltır veya boyarsın ama sonra normalleşirsin. Sosyal yaratıklarız birbirimizden elbette etkileniriz. Ama bir başkası gibi olmaya çalıştığın zaman o başkası olamazsın. David Beckham dövmesi yaptırdığın zaman David Beckham olamazsın. David Beckham çakması olursun. Buda kötü bir şey. İnsanlar ne kadar özgünse o kadar özgünlüğünü yansıtıyor. Belki özgün değiller, belki benim beklentim fazla. Yani ukalalık veya saygısızlıkta yapmak istemiyorum.


Biraz dövme konusunun dışına çıkarak size birkaç soru sormak istiyoruz. Emek kelimesi sizin için ne çağrıştırıyor? Ne anlam ifade ediyor? Yıllardır bir çok insanla tanışıp, çalışma, etüt etme imkanı bulmuşsunuzdur. Sendika kavramı zihninizde neye tekabül ediyor?

“Sendika” bilgisayar oyunuydu değil mi? Neydi o? Tekstille bağ kuramadım şeklinde bir cümle sarf ettim biraz evvel. Üretmek, çıraklık, kalfalık, ustalık, hangi meslek grubunda olursa olsun. Bunlar özel ve değerli şeylerdir. Ve saygı duyulacak olan şeylerdir, çünkü yaşam üretir. Birey o yaptığı şeyde yaşam üretiyordur aslında. Ben ceket dikiyordum. Yabancılaşma gerekçem şuydu: Bugün ben dahi mesela üzerimde bir eşofman var şimdi, alırken mesela birinin hayatının bu eşofmanları dikerek geçtiğini düşünmüyorum. Senin üzerindeki gömleği düşün. Birilerinin hayatı sadece bu kumaşı keserek ve birilerinin hayatı sadece dikerek geçiyor. Bir hayat var üzerinde şu anda o sadece bir gömlek değil. Bize bunların hepsi unutturulduğu için biz üretilmiş olan şeyi insandan bağımsız algılıyoruz. Gömleği alırken gömleği üreten birinin varlığından bağımsız olarak ele alıyoruz.


Aynı Marksın belirttiği üzere insan emeğinin giderek kendine yabancılaşması.

O yabancılaşmayı yaşıyoruz. Dolayısıyla da o gömlek 40 liraya yada 400 lira değeri olan şeye dönüşüyor ve benim cebimdeki para karşılığıyla eşitleniyor. Ve kullanıp tüketip atacağım şeye dönüşüyor. Dolayısıyla emek dendiği zaman artık kimse bir şey hissetmediği için “emek” kavramı içi boşaltılmış bir kavram oluyor. “sendika” ve “emek” “emekçi”. “emekçi” yi aslında üreten kişiye diyoruz ama muhasebeci de bir emekçidir aslında. Onu da bir “hizmet üretiyor” şeklinde tanımlayabiliriz. O da unutturulduğu için insanların birçoğu emekçi olduğunu unuttu. İnsanlar emekçi olduklarını unuttukları için “emek” kavramını da algılayamıyorlar. Dolayısı ile emeğin birleşmiş ve güç birliği haline gelmiş şekli olan “sendikayı” kimse bilmiyor, kimse sorgulamıyor ve kimse merak da etmiyor.


Günümüz sendikalarının ekseriyetinin siyasi partilerin uzantısı haline gelmiş olması bunun bir sonucu olabilir mi?

Günümüz sendikalarını çok sorgulamak da istemiyorum aslında. Sendika denen şey özünde bir iş kolu dahilindeki insanların o alana ekstradan gönüllülük çerçevesinde zaman ayırıp o iş kolundaki diğer kişilerin iş haklarını korumak üzere organize oldukları bir üst yapının tabana yayılması halidir. Burada şöyle bir şey vardır tabanın bilinç düzeyi ölçüsünde belirlenir üstyapı burada. Eğer alt yapıyı oluşturanlar umarsız ve bilgisizse her yerde olduğu gibi orda da insan faktörü devreye girer, insan da önce bireysel çıkarlarını koruyan bir yapıya sahiptir. Sendikacıyı denetleyen ve sorgulayan bir mekanizma yoksa sendikacı da ister hükümet tarafı olur, ister işveren tarafı olur. İsterse kendi cukkasını küçük küçük dolduran taraf olur. Bu hayatın her alanında böyledir. Belediyelerde, seçim oluyor, bu seçimlerde biz sadece seçim günü oy vermekle sorumluluğumuzun olduğunu düşünüyor isek belediyelerin hepsi de istedikleri her şeyi yapabilirler. Çünkü sen adama bir kere oy veriyorsun o oyu alıp başa geçen kendini “yarı tanrı” sanmaya başlıyor. Orda işin kişinin iradesine bırakılmaması için denetim mekanizmaları devreye giriyor.


Sanırım toplumsal bilinçle alakalı herhalde birazda bu durum?

Toplumsal bilinç diye bir şey yoktur bireyin bilinci vardır, o da topluma yansır. Çünkü tarih boyunca toplumsal bilinç diye bir şey olmamıştır. Bireylerin bilinçleri vardır. Bireyler toplumu etkiler. Toplumlar da onun doğru ya da yanlış olduğunu fark edip onu onaylarlar. Dolayısıyla bireylerin bilinçli olması dahilinde bir şeyler düzelir.


Bu biraz da kişinin kendisini ve demokrasi kültürünü geliştirmesine bağlı.

Ama bu kadar çok fazla oturduğum sokakta üç tane dönerci, iki tane tatlıcı, playstation salonu, bir tane alışveriş merkezi vs. varken kitap okumaya vaktim olacağını sanmıyorum. Ya da rejim yapabileceğimi sanmıyorum. Çünkü etrafta bu kadar çok uyaran varken ben rejim yapamam, tombul bir adam olmaya devam ederim. İnsanları o kadar çok uyaran var ki. Şu saatten sonra fazla bir şey olur mu onu da bilmiyorum ama ben sabah kalktım. İşe geliyorum diyelim. Ne kadar zamanda bir saatte diyelim. Bu süre zarfında toplu taşıma araçlarında kitap okumaktan daha kolay geliyorsa bana IPad den müzik dinlemek bir saatim boşa gitti. İş yerine gittim. Orada para karşılığında mesai süresini veriyorum. Geri dönerken de bir saat IPhone’umdan müzik dinliyorum. Eve geldim, valla işte televizyonda da dizi varsa kimsenin oturup kitap okumaya kalkışacağını sanmıyorum. Futbol maçları gibi o kadar çok uyaran var ki kitap okumak için zamanları yok. Kitap okumak çünkü zahmetli bir şey. İşin kötü tarafı ilkokul, ortaokul, lise, üniversite derken o kadar çok ödevler, dersler, sınavlar var ki birkaç tane klasik okudu okudu, okumadı bir daha vakti de olmuyor kitap okumak için. Kişi yetişkin olduktan sonra da neyi neresinden başlayacağını bilmiyor. Birçok insanla, gençle muhatabım “evet okumak lazım” diyorlar ama ne okuyacaklarını bilmiyorlar. Bu gün “yaşam koçluğu” diye ıvır zıvır bir şey çıkardılar. Sanki kendileri bütün hayatı çözmüşler gibi, yok evren enerjisinden alacağız. Şu olacak, bu olacak. Kendi travmalarını, kendi yaşadıkları olumsuz veya olumlu şeylerden üç-beş kafası çalışan adam bir şeyler yazmışlar. Ve insanlara “hap bilgi” olarak veriyorlar onu. Geçici çözümler tabii ki. Hiçbir şekilde kişiye bir şey katan şeyler değil bunlar. O yaşam koçluğu kitabının faydası kimedir. O kitabı yazanadır. Adamı zengin ediyor çünkü.


Dövmeci olmasaydınız ne olurdunuz? Dövmecilik yapacağıma keşke şunu yapsaydım dediğiniz oldu mu hiç?

Ben biraz başka bakıyorum galiba. Hayata biraz bencil bakış bunu getiriyor galiba. Ben benden önce tasarlanmış bir hayatın içine geldim. Kuralları konulmuş, öğretileri belirlenmiş, standartları oluşturulmuş bir hayatın içine geldim. Ben bu hayat içinde en sağlıklı bir şekilde ruhsal dengemi nasıl korurum üzerinden hep baktım. Yaptığım iş şu an keyif veriyor mu? Veriyor. Başka ne iş yapabilirdim? Valla onun hayalini kurmak yaptığı işi sevmiyor olmakla başlar. Tekstilde mesela başka işler hayal ettim. Başka bir işe geçtim. Sonra başka şey hayal ettim başka bir işe geçtim. Uzun süredir o tür hayaller kurmuyorum. Galiba keyifliyim. Üretmeyi seviyorum. Zihnimde bir sürü şeyler tasarlıyorum. Onları yapmaya vaktim olmuyor çoğu zaman. Keşke biraz daha hobilerime vakit ayırabilsem dediğim oluyor. Ama bu işi yapmasaydım ne yapardım, çok fazla aslında düşünmedim. Galiba işimle mutluyum.


Zaman ayırdığınız için teşekkür eder çalışmalarınızda başarılar dileriz.

Bende sizlere teşekkür ederim.

Comentários


bottom of page